HÜSEYİN MİRZA

HÜSEYİN MİRZA (حسين ميرزا; ö. 1139/1726) Safevî hükümdarı (1694-1722).

Müellif: Ahmet Taşağıl

Safevî Hükümdarı Şah Süleyman’ın büyük oğludur. Tahta geçtiğinde yirmi beş-yirmi altı yaşlarında bulunduğuna göre 1668 veya 1669’da doğmuş olmalıdır. Dinî (Şiî) akîdelere önem vermesinden ve aza kanaat etmesinden dolayı Molla Hüseyin adıyla da anılır. Çocukluk ve gençlik yıllarını sarayda geçirdiği için kaynaklarda gerek fizik gerek zihnî bakımdan hükümdarlığa uygun bir kişi olmadığı belirtilmektedir.

Babasının ölümü üzerine 14 Zilhicce 1105’te (6 Ağustos 1694) halası Meryem Begüm ve harem ağalarının desteğiyle tahta çıktı. Hüseyin de babası gibi Şeyhülislâm Muhammed Bâkır el-Meclisî’nin etkisi altına girdi ve sûfîlik kılıcını onun elinden kuşandı; içki içmeyi, savaş tâlimlerini ve güvercin uçurtma sporunu yasakladı. Mollaların etkisi altında hüküm sürmeye başlayan Hüseyin Mirza’nın saltanatının ilk yılları sakin geçti. Osmanlılar’la iyi geçinmeye çalıştı; hatta 1109’da (1697-98) Basra’nın, urbân reislerinden Benî Müntefık Şeyhi Mâni‘in isyanı neticesinde Huveyze aşireti tarafından işgali üzerine burayı kurtararak o sıralarda batıda birçok devletle savaştığı için bölgeyle yeteri derecede ilgilenemeyen Osmanlılar’a geri verdi. II. Mustafa bu dostluktan çok memnun kaldı ve Basra’nın anahtarlarını getiren elçi Rüstem Han’a değerli hediyeler verdi (Defterdar Sarı Mehmed Paşa, s. 636, 637).

Şah Hüseyin idaresindeki Safevî Devleti’nde sükûnet önce Belûcistan’da çıkan bir ayaklanma ile bozulduysa da isyan hemen bastırıldı. Öte yandan Gürcistan’ın Gürcü Valisi XI. Giorgi de isyan etmiş, fakat daha sonra kendini affettirmek için İsfahan’a gitmişti. İslâmiyet’i kabul ettiğini bildiren Giorgi, Gurgin veya Navaz Han adıyla Kandehar’a vali tayin edildi. Ancak bu tayin halkının çoğunluğu Sünnî olan, ayrıca öteden beri Hindistan’daki Bâbürlü Devleti ile Safevîler arasında tartışma konusu bulunan Kandehar’da büyük bir isyana yol açtı. Gılzey oymağının reisi olan ve Mekke’deki din âlimlerinden “dinsiz Gürcüler”le savaşmak için fetva alan Mîr Veys Sünnîler’i bir araya toplayarak 1708’de isyan etti. Kandehar Kalesi’ni ele geçirip Gurgin Han’ı öldürdü. Bu hadise Şah Hüseyin’i uzun süre uğraştırdı. 1715’te Mîr Veys’in ölümü üzerine yerine geçen kardeşi Abdülazîz’in (bazı kaynaklarda Abdullah) Safevîler’le anlaşma teşebbüsü, Safevî idaresine girmek istemeyen Sünnî Kandehar halkının tepkisine yol açtı. Halkın desteğiyle Mîr Veys’in oğlu Mîr Mahmud Kandehar’ın idaresini eline geçirdiği gibi Herat civarındaki Abdâlî kabilesi de ayaklanıp ona tâbi olmuştu. Öte yandan kuzeydoğudan Özbekler Safevî topraklarına girmişler, Maskat Arapları ise II. Sultan İbn Seyf idaresinde Bahreyn’i ele geçirmişlerdi (1717). İki yıl sonra Güney Dağıstan’daki Lezgiler, Gürcüler’in topraklarına saldırmışlar, fakat Gürcistan Valisi VI. Vahtang, Şah Hüseyin adına onları geri püskürtmüştü.

Safevî Devleti’ndeki bu iç karışıklıklar Osmanlı Devleti’nin dikkatini çekmeye başladı. Pasarofça Antlaşması’ndan (1718) sonra Osmanlı-Safevî münasebetlerinde gerginleşme olmuş, bazı devlet adamları batıda kaybedilen toprakların doğuda telâfi edilmesi yolunda tekliflerde bulunmuşlardı. Ancak Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa’nın sadrazamlığa getirilmesiyle Osmanlı-Safevî münasebetlerinde yeni bir döneme girildi. Öte yandan 1711 Prut Savaşı’nda yenilen Ruslar, Hazar-Karadeniz arasından güneye ilerleme siyasetine başlamışlardı. Dağıstan’daki Sünnî-Şiî mücadelesi Osmanlılar’ın bu bölgeyle ilgilenmesini gerektiriyordu. İran’daki olayların iç yüzünü iyice öğrenmek isteyen Damad İbrâhim Paşa, 1132 Şevvalinde (Ağustos 1720) Dürrî Ahmed Efendi’yi elçi olarak bu ülkeye gönderdi. Safevî merkezinde önce İ‘timâdüddevle (başvezir), sonra da Şah Hüseyin Mirza ile görüşen Ahmed Efendi, İbrâhim Paşa’dan aldığı özel emir gereğince Safevî Devleti’nin iç durumu hakkında bilgi toplayıp 15 Safer 1134’te (5 Aralık 1721) İstanbul’a döndü. Verdiği raporda Safevî Devleti’nin yıkılmaya yüz tuttuğunu belirtiyordu. Ruslar ise daha önce 1715-1717 yılları arasında Volynsky’yi göndererek Safevî Devleti’nin iç durumundan haberdar olmuşlardı.

Öte yandan Safevîler’le yeniden mücadeleye başlayan Kandehar hâkimi Mîr Mahmud 1132’de (1720) Kirman’ı, ardından Meşhed’i zaptederek İsfahan’a yaklaştı ve Safevî başşehrini kuşattı (1134/1722). Bu esnada bazı Safevî devlet adamları Safevî hânedanı mensuplarının esir düşmesinden korkarak Şah Hüseyin’in oğlu Tahmasb’ı Kazvin taraflarına kaçırdılar. Aynı yıl Hacı Dâvud Bey liderliğindeki Şirvan Sünnîleri ise Şemâhî, Şaburan, Ereş vb. yerleri zaptettikten sonra Osmanlı Devleti’ne katılmak için müracaat etmişler, Osmanlı hükümeti de Dâvud Bey’i Şirvan hanlığına getirmişti.

Bu arada 1133 Saferinde (Aralık 1720) Lutf Ali Han’ın başkumandanlığında Mîr Mahmud Han’ın üzerine yürüyen Safevî ordusu onu geri çekilmeye zorladı. Ancak onun önce Bahreyn üzerine gitmesini isteyenler Lutf Ali Han’a gerekli mühimmatı göndermeyince o da Kirman’dan dönüşte Şîraz’a kadar bütün çiftlikleri ve mâlikâneleri yağmalatarak aldığı levazımatı askerlerine dağıttı. Böylece Mîr Mahmud Han rahatça İsfahan’ın kuzeydoğusundaki Gülnâbâd’a geldi. Fakat Afganlılar’ın ordusu az ve savaş aletleri eksik olduğundan kuşatma uzuyordu. O sırada başlayan kıtlık sebebiyle Şah Hüseyin teslim oldu ve İsfahan’ı Mahmud’a bırakarak onun lehine tahttan feragat etti (Muharrem 1135 / Ekim 1722). Onun tahttan indirilip hapse atılması sırasında daha önce veliaht tayin edilmiş olan oğlu Tahmasb kuvvet toplamaya çalışıyordu. Ancak babasına yardım için geç kaldı ve Mahmud’un baskısı üzerine Safevî şahı olarak ilân edildiği Kazvin’den kaçtı. Daha sonra Nâdir Han’ın desteği ve himayesi altında Afganlılar ile mücadelesini sürdürmeye çalıştı. Mîr Mahmud’u bertaraf eden (1725) Gılzeyler’den Eşref Han, bu kuvvetlere karşı başarılı olamayınca hem intikam almak hem de o sırada İran’ın büyük bölümünü ele geçirmiş olan Osmanlılar’ın tahta çıkarmalarını önlemek için mahpus bulunan Hüseyin Şah’ı öldürttü (Muharrem 1139 / Eylül 1726). Bazı kaynaklarda Hüseyin Şah’ın esir iken Osmanlı hükümdarına gizlice mektup gönderdiği, İran’ın Afganlılar’dan, kendisinin de esaretten kurtarılmasını rica ettiği, bunun üzerine Sadrazam İbrâhim Paşa’nın Eşref’e İsfahan’ı bırakıp Kandehar’a çekilmesi için ihtarda bulunduğu, sadrazamın mektubunu alan Eşref’in de Hüseyin’in kesik başını elçiye göstererek meselenin kılıçla halledilebileceğini ima ettiği rivayeti naklolunur (İA, XI, 650). Şah Hüseyin, vesâyet altında olmadan hüküm süren son Safevî hükümdarı olup bazı tarihçilerce müstakil Safevî hâkimiyetinin sona eriş tarihi onun tahttan çekildiği 1722 yılı olarak kabul edilir.

BİBLİYOGRAFYA

Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekayiât (haz. Abdülkadir Özcan), Ankara 1995, s. 636, 637.

Dürrî Ahmed Efendi, Sefâretnâme-i Îrân, İÜ Ktp., TY, nr. 3228, V, 136-164, 371-408, 432-435.

Râşid, Târih, II, 418-420, 428-431.

Çelebizâde Âsım, Târih, İstanbul 1282, s. 20-24.

T. Krusinski, Târîh-i Seyyâh (trc. İbrâhim Müteferrika), İstanbul 1277, s. 20 vd., 46-68.

Ebü’l-Hasan Kazvînî, Fevâʾidü’ṣ-Ṣafeviyye (nşr. Meryem Mîr Ahmedî), Tahran 1368, s. 78-82.

J. Malcolm, History of Persia, London 1815, I, 592-594.

Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, III/2, s. 250; IV/1, s. 150, 172 vd.

L. Lockhart, The Fall of the Safavi Dynasty and the Afghan Occupation of Persia, Cambridge 1958, s. 1 vd.

a.mlf., “Ḥusayn”, EI2 (İng.), III, 603-604.

Ahmed Tâcbahş, Îrân der Zamân-ı Ṣafeviyye, Tebriz 1340 hş., tür.yer.

M. Münir Aktepe, 1720-1724 Osmanlı-İran Münâsebetleri ve Silâhşör Kemânî Mustafa Ağa’nın Revân Fetih-nâmesi, İstanbul 1970, bk. İndeks.

a.mlf., “Dürrî Ahmed Efendi’nin İran Sefâreti”, BTTD, I/1 (1967), s. 56-60; I/2 (1967), s. 60-63; I/3 (1967), s. 64-66; I/4 (1968), s. 60-62; I/5 (1968), s. 53-56; I/6 (1968), s. 82-84.

Zambaur, Manuel, s. 261.

Bosworth, İslâm Devletleri Tarihi, s. 213-216.

H. R. Roemer, “The Safavid Period”, CHIr., VI, 310-324.

“Hüseyin”, İA, V/1, s. 643-645.

Tahsin Yazıcı, “Safevîler”, a.e., X, 56.

Bekir Kütükoğlu, “Tahmasb II”, a.e., XI, 648-650.

Dihhudâ, Luġatnâme (Muîn), VI, 7958-7959.

R. Matthee, “Sulṭān Ḥusayn”, EI2 (İng.), IX, 854.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1999 yılında İstanbul’da basılan 19. cildinde, 1-2 numaralı sayfalarda yer almıştır.