EMANET

Bölümler İçin Önizleme
  • 1/2Müellif: ALİ TOKSARIBölüme Git
    Arapça’da “güvenmek, korku ve endişeden emin olmak” mânasındaki emn masdarından gelen emânet kelimesi hıyânetin karşıt anlamlısı olarak isim şeklinde …
  • 2/2Müellif: HAMZA AKTANBölüme Git
    FIKIH. İslâm literatüründe geniş bir anlam ve kullanım alanı bulunan emanet kelimesinin İslâm hukukunda daha teknik ve dar bir mâna taşıdığı görülür. …

Müellif:

Arapça’da “güvenmek, korku ve endişeden emin olmak” mânasındaki emn masdarından gelen emânet kelimesi hıyânetin karşıt anlamlısı olarak isim şeklinde kullanıldığı gibi “güvenilir olmak” anlamında masdar şeklinde de kullanılır. Ayrıca “güvenilen bir kimseye koruması için geçici olarak tevdi edilen şey” mânasına da gelmekte olup kelimenin bu son kullanılışı daha yaygındır (bk. , “emn” md.; , “emn” md.). Kur’ân-ı Kerîm’de emanet kelimesi iki âyette tekil, dört âyette çoğul şekliyle geçmekte, aynı kökten gelen değişik fiil ve isim kalıpları da Kur’an’da yer almaktadır (bk. , “emn” md.). Bu kullanım şekilleri hadislerde de görülür (bk. , “emn” md.).

Gerek sözlüklerde, gerekse emanet kelimesinin geçtiği âyetlerin yorumu münasebetiyle tefsirlerde bu kavramın terim anlamı konusunda değişik görüşlere yer verilmiştir. Buna göre Bakara sûresinde (2/283) geçen, “Kendisine emanet bırakılmış olan kimse nezdindeki emaneti iade etsin” ifadesi ve diğer bazı âyetlerde zikredilen emanet kavramı, “bir kimseye koruması için bırakılan mal ve eşya” şeklindeki günlük dilde kastedilen dar anlamı yanında insanın sahip olduğu ve kendisine geçici olarak verilmiş bulunan ruhî, bedenî, malî imkânları da kapsamaktadır. Özellikle, “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, sorumluluğundan korktular; nihayet onu insan yüklendi” (el-Ahzâb 33/72) meâlindeki âyet hakkında çeşitli yorumlar yapılmış ve buradaki emanetin “ruhî ve bedenî kabiliyetler, mârifetullah, dinî vecîbeler, okuma yazma” gibi anlamlara geldiği ileri sürülmüştür. Taberî bu âyetteki emanetin Allah’ın kullarına gönderdiği hak din, bu dinin yüklediği vecîbe ve hükümler olduğunu ifade eden birçok rivayet naklettikten sonra âyetteki emanetle hem dinî vecîbe ve yükümlülüklerin hem de insanlar arasındaki emanetlerin, yani bütün emanet çeşitlerinin kastedildiğini belirten görüşün en isabetli yorum olduğunu ifade etmiştir (Câmiʿu’l-beyân, XII, 53-57). Zemahşerî ve Fahreddin er-Râzî gibi bazı müfessirler buradaki emanetin “yükümlülük” (teklif) anlamına geldiğini ileri sürmektedirler. Çünkü onlara göre birini yükümlü kılmak demek ondan kendi tabiatına aykırı davranmasını istemek demektir. Âyette göklerin, yerin ve dağların kabul etmediği emanet budur. Zira insan dışındaki varlık türleri ne amaçla yaratıldılarsa o doğrultuda hareket etmek durumundadırlar, kendi tabiatlarına aykırı davranamazlar. Hatta meleklerin ibadetleri bile bir yükümlülük sonucu olmayıp insandaki yeme içme gibi kendi tabiatlarının bir gereğidir (el-Keşşâf, III, 276-277; Mefâtîḥu’l-ġayb, XXV, 234-237). Bu şekilde ilk dönem müfessirlerinden itibaren birçok âlim söz konusu âyetteki emaneti, âlemde kendi biyolojik tabiatına aykırı işler yapabilen yegâne varlık durumundaki insana yöneltilmiş yükümlülükler, yahut ona yükümlülük taşıma özelliği kazandıran akıl anlamında yorumlamıştır.

Âl-i İmrân sûresinde (3/75), Ehl-i kitap içinde kendisine bir yük altın emanet edilse onu aynen iade edecek karakterde insanlar olduğu gibi, bir tek altın emanet edilse peşine düşmedikçe iade etmeyecek tiplerin de bulunduğu ifade edilir. Burada sözü edilen, tefsirlerde “ehl-i emânet” ve “ehl-i hıyânet” diye adlandırılan zümrelerin kimler olduğu hususu tartışmalıdır. Bir yoruma göre ehl-i emânet hıristiyan ve yahudi iken müslüman olan kişiler, ehl-i hıyânet de İslâmiyet’i benimsemeyenlerdir. Başka bir anlayışa göre hıristiyanlar ehl-i emânet, yahudiler ehl-i hıyânettir. Zira hıristiyanların çoğunun nisbeten hak ve adalete saygılı olmasına karşılık yahudilerin çoğu hıyanete mütemayil olup bu durum onların dinlerindeki ırkçılık özelliğinden, kendilerinden olmayanların mallarını ve kanlarını mubah saymalarından ileri gelmektedir. Nitekim âyetin devamında, emanete hıyanet etmekle suçlanan zümrenin ümmîlere yani Araplar’a veya kitapsızlara karşı yaptıklarından dolayı sorumlu olmadıktan iddialarına yer verilmesi de bu zümrenin yahudiler olduğu görüşünü desteklemektedir. Ancak Kurtubî’ye göre söz konusu âyette Ehl-i kitap’tan bir kısmının emanete riayet ettiğinin belirtilmesi onların doğru yolda olduklarını göstermez. Nitekim günahkâr (fâsık) müslümanlar arasında da emanete riayet edenler vardır, fakat bir tek meziyete bakarak bunların doğru yolda olduğu söylenemez. Emanetin önemine işaret eden bu âyet nâzil olduğunda Hz. Peygamber Câhiliye dönemi uygulamalarını geçersiz kıldığını, ancak emanete sadakat prensibini iptal etmediğini, emanetin sahibi ister itaatkâr ister günahkâr olsun hakkının kendisine iade edilmesi gerektiğini açıklamıştır (el-Câmiʿ, IV, 117-119).

“Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” (en-Nisâ 4/58) meâlindeki âyette ahlâkla hukukun en geniş kapsamlı ilkelerinden olan emanet ve adalet kavramları bir arada zikredilmiştir. Bu âyet müfessirlerce din ve şeriatı bütünüyle kapsayan, temel hükümleri ortaya koyan bir âyet olarak değerlendirilmiştir (a.g.e., V, 255-256). Taberî’ye göre âyet, özellikle devlet adamlarının hem emanet hem de adalet ehli olmalarını gerekli kılmıştır. Emanet ehli olmaları, ülke imkânlarını halka haksızlık yapmadan paylaştırmalarıyla, adalet ehli olmaları da bütün kararlarında hukuka riayet etmeleriyle gerçekleşir (Câmiʿu’l-beyân, IV, 145-146).

İslâm literatüründe emanet oldukça geniş kapsamlı bir kavram niteliği taşır. Bu durum kelimenin Kur’an ve hadislerdeki kullanımından ileri gelmektedir. Buna göre öncelikle, bir süre sonra geri alınmak üzere birinin uhdesine bırakılan aynî veya nakdî hakka hem emanet hem vedîa denirse de vedîadan farklı olarak emanet ücret, kira, ortaklık hakkı, buluntu gibi maddî haklar yanında iman, ibadet gibi dinî yükümlülükler, beden ve ruh sağlığı, servet, makam ve mevki gibi imkân ve kabiliyeti gerektiren hususlar, sözleşmeler, mesken ve aile mahremiyetine saygı, nimet ve ikrama teşekkür, selâma karşılık verme, sırların saklanması vb. dinî, ahlâkî, içtimaî ilke ve kuralları da içine almaktadır. Nitekim Hz. Peygamber vergi memurluğu görevi isteyen Ebû Zer el-Gıfârî’ye, “Sen güçsüzsün; bu iş bir emanettir; emanet, üstesinden gelemeyen kimse için kıyamet gününde zillet ve perişanlık doğurur” demiştir (Müslim, “İmâre”, 16). Yine hadislerde yapılan vaadlerin, özel meclislerde konuşulan sözlerin, verilen sırların, evlenilen kadınların ve aile mahremiyetinin birer emanet olduğu belirtilmiştir (bk. , “emn” md.). “Emanet zayi olduğunda kıyameti bekle” (Buhârî, “ʿİlim”, 2) anlamındaki hadiste, hangi türden olursa olsun emanete hıyanetin yaygınlaşması ve güvenin ortadan kalkmasının toplumsal bir felâket olduğu anlatılmak istenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de emanete riayet müminlerin başlıca meziyetleri arasında zikredilmektedir (el-Mü’minûn 23/8; el-Meâric 70/32). Hz. Peygamber de emanete hıyanet etmeyi münafıklık alâmetleri arasında saymış (Buhârî, “Îmân”, 24, “Şehâdât”, 28; Müslim, “Îmân”, 107, 108), fakat emanete hıyanet eden kişiye hıyanette karşılık vermeyi de yasaklamıştır (Ebû Dâvûd, “Büyûʿ”, 79; Tirmizî, “Büyûʿ”, 38).

Bütün İslâm âlimleri, özellikle de mutasavvıflar servetin emanet olduğu düşüncesi üzerinde ısrarla durmuşlar, başta zekât olmak üzere fakirlere haklarının verilmesini ve servetin asıl sahibi olan Allah’ın hoşnutluğuna uygun sarfedilmesini emanete riayet olarak değerlendirmişlerdir. İbnü’l-Arabî mülkün emanet olduğunu, tasadduk edilirken gönül hoşluğuyla verilmesi gerektiğini belirterek, “Verirken senin elin Allah’ın eli olmalıdır; işte bunun için mülkün emanet olduğunu söylüyoruz” der (el-Fütûḥât, VIII, 413). Aynı mutasavvıf insanın zorunlu ihtiyaçlarını karşılayan nesnelere “istihkak mülkü”, fazlasına “emanet mülkü” adını verir. Ona göre arif kalp gözüyle, eşyanın kime ait olduğunu üstünde yazılı olandan okur; kendisine ait olanı istihkak mülkü olarak kendi yararına kullanır, başkasının adına yazılı olanı emanet mülkü olduğu için adı yazılı olan kişiye verir. Şer‘î dilde zâhire bakılarak bu malların kendi mülkü olduğunun ifade edilmesi ârifin tutumunu değiştirmez. Eşyanın gizli yazısını okuyacak kadar mârifet sahibi olmadığından neyin istihkak mülkü, neyin emanet mülkü olduğunu anlayamayan kimse için yapılacak tek şey hepsini emanet kabul ederek tasadduk etmektir (a.g.e., VIII, 426-428).


BİBLİYOGRAFYA

, “emn” md.

, “emn” md.

, “emn” md.

, “emn” md.

, “emn” md.

Buhârî, “Îmân”, 24, “ʿİlim”, 2, “Şehâdât”, 28.

Müslim, “Îmân”, 107, 108, “İmâre”, 16.

Ebû Dâvûd, “Büyûʿ”, 79.

Tirmizî, “Büyûʿ”, 38.

Taberî, Câmiʿu’l-beyân, Beyrut 1405/1984, IV, 145-146; XII, 53-57.

, I, 438; III, 276-277.

, VIII, 100-102; XXV, 234-237.

, VIII, 413, 426-428.

, IV, 117-119; V, 255-257; XII, 107.

, II, 298-299; VI, 477-481.

Aynî, ʿUmdetü’l-ḳārî, Kahire 1348 → Beyrut, ts., II, 67; XXIII, 84-85.

, XII, 198-199.

, II, 1370, 1371; VIII, 5360.

Mirza Ghulam Ahmad, Teachings of Islam, London 1910, s. 45-50.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1995 yılında İstanbul’da basılan 11. cildinde, 81-83 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:


FIKIH. İslâm literatüründe geniş bir anlam ve kullanım alanı bulunan emanet kelimesinin İslâm hukukunda daha teknik ve dar bir mâna taşıdığı görülür. Hukuk dilinde emanet, hem belli tür akid ve hukukî işlemlerin ve buna bağlı olarak tarafların zilyedliğinin hukukî niteliğini, hem de meşrû bir sebebe dayalı olarak kullanma, işleme ve koruma sorumluluğuyla bir kimsenin yanında bulunan başkasına ait malın hukukî konumunu ifade eden bir terimdir.

Borçlar hukukunda akidler, malı elinde bulunduranın ödeme ve zarara katlanma sorumluluğu açısından damân akidleri, emanet akidleri ve çifte vasıflı akidler şeklinde üçe ayrılır (bk. AKİD; DAMÂN). Satım (bey‘) gibi daman akidlerinde karşılıklar arasında tam denge (muâvaza) mevcut olduğundan malı elinde bulunduran taraf uğrayacağı zarara katlanma sorumluluğunu da taşımış olur. Emanet akidlerinde ise karşılıklar arası denge bulunmayıp teberru ve yardım amacı veya güven esası hâkimdir. Vedîa, şirket, vekâlet, vesâyet, hibe ve tartışmalı olmakla birlikte âriyet akidleri böyledir. Bu grup akidlerde akdin konusu mal, onu akid gereği olarak elinde bulunduranın nezdinde emanet hükmündedir; şahsen aşırı davranışı ve kusuru bulunmadıkça bu mala gelecek zarar ve ziyandan sorumlu tutulmaz; zarar mal sahibi hesabına meydana gelmiş olur. Ancak onun da sorumlu şahıslara rücû hakkı vardır. Üçüncü grup akidler ise bir yönden damân, diğer yönden emanet akidlerinin hükmünü taşıdığı için çifte vasıflı akidler diye anılır. Kira ve rehin akidleri böyledir. Kira akdinde ücret, kiralanandan faydalanma karşılığı ödendiğinden kiracı açısından menfaat daman grubunda yer alır. Kiracının, kiralananı fiilen kullanmasa da kira süresince ücret ödemesinin anlamı budur. Buna karşılık kiralanan şeyin aslı (rakabe), akid konusu menfaati teslim edebilmek için kiracıya verildiği ve akdin karşılıkları dışında kaldığından kiracı elinde emanet hükmündedir. Borç karşılığı rehin verilen malın borca tekabül eden kısmı damân, geri kalan kısmı ise emanet hükmünü taşır. Bu sebeple emanet ve damân akidlerini ayırmada ivaz ölçüsü esas alınır. İvazlı akidlerde ivaza tekabül eden kısma damân hükmü uygulanır ve akid gereği de olsa bir malı elinde bulunduran kimse bu mala gelecek zarar ve ziyandan kural olarak sorumlu olur. İvazsız akidlerdeki mallarla ivazlı akidlerde ivaz mukabili olmayan hak ve menfaatler ise emanet hükmündedir. Bunları elinde bulunduran kimse kastı, aşırı davranışı ve kusuru bulunmadıkça meydana gelen zarar ve ziyandan sorumlu tutulmaz. Böylece tarafların akidden elde edebilecekleri yarar ile bu akid sebebiyle taşıdıkları malî sorumluluk dengelenmeye çalışılmıştır.

Akidlerin tâbi tutulduğu emanet-damân şeklindeki bu ikili ayırım, bir malı elde bulundurmanın (zilyedlik) hukukî hükmü için de söz konusudur. Zilyedlik İslâm hukuk doktrininde emanet zilyedliği (yedü’l-emâne) ve damân zilyedliği (yedü’d-damân) şeklinde ikiye ayrılarak incelenir. Malın meşrû bir sebebe ve hukukî bir yetkiye dayanılarak elde bulundurulması o elin emanet hükmünü alması için yeterli olmaz. Damân akidleri de denen ivazlı akidlerdeki zilyedlikler hukukî bir yetkiye de dayansa damân zilyedliğidir. Hadiste. “El (kişi) aldığını geri verinceye kadar ondan sorumludur” (İbn Mâce, “Ṣadaḳāt”, 5; Tirmizî, “Büyûʿ”, 39) denilerek damân hukukî ilişkilerde genel bir ilke olarak vazedilir. Meselâ satıcının da alıcının da satılan mala zilyedlikleri böyledir. Mal henüz alıcıya teslim edilmeden satıcının elinde telef olsa veya zarar görse bunun sorumluluğu kural olarak satıcıya aittir. Âriyet mala zilyedlik de Şâfiî ve Hanbelîler’e göre daman, Hanefîler’e göre emanet zilyedliğidir. Meşrû bir sebebe dayanmayan zilyedliklerin, meselâ gâsıbın zilyedliğinin de daman zilyedliği olacağı açıktır. Emanet zilyedliği ise hukukî bir yetkiye dayanan ve damanı gerektirdiği yönünde şer‘î bir delilin bulunmadığı zilyedlik (Ali el-Hafîf, I, 103) veya bir malı temellük kastıyla değil asıl sahibi adına elde bulundurma (Vehbe ez-Zühaylî, s. 174) olarak tanımlanır. Herhangi bir mala karşılık (ivaz) olmaktan çok teberru ve güven esasına dayanan akidlerdeki ve hukukî işlemlerdeki zilyedlikler böyledir. Rehin mala zilyedliğin durumu akid bir yönden ivazla ilgili olduğu için tartışmalıdır. Ancak zilyedlikle ilgili emanet vasıflandırmasında zilyedliğin ivazsız olması ve hukukî bir sebebe dayanması öncelikli olarak ölçü alındığından malın sahibinin rızâsının bulunması bu vasıflandırmada belirleyici bir rol üstlenmez. Meselâ ücretini ödemediği için müşterisinin malını hapis hakkını kullanarak ve mal sahibinin rızâsına aykırı şekilde elinde tutan sanatkârın zilyedliği emanet grubunda yer alır. Buna karşılık kiraladığı hayvanı veya evi mal sahibinin müsaade etmediği bir tarzda kullanan kimsenin de zilyedliğinin o andan itibaren damân hükmünü alması, emanet vasfının meşrû sebebe dayanması kuralının bir uygulaması mahiyetindedir. Bu sebeple belli tür zilyedliklerin emanet hükmünde olması süreklilik taşıyan bir vasıf olmayıp özellikle zilyedin kasıt ve davranışlarına göre değişebilir bir özellik gösterir. Bundan dolayı da literatürde, hangi durumlarda emanet zilyedliğinin daman zilyedliğine dönüşeceği konusunda bir hayli örnek mevcuttur. İslâm hukukçuları buluntu malı (lukata) elinde bulunduranın niyetinin malı koruma ve sahibine ulaştırma olduğunda elinin emanet, değilse damân olduğunu ifade ederek kişinin niyetinin bile bu konudaki önemini vurgulamak isterler. Hz. Peygamber devrinde ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminin başlarında esnaf ve sanatkârların müşteri mallarına zilyedliği emanet hükmünde iken sonradan suistimallerin çoğalması ve güven ortamının kaybolması sebebiyle damân zilyedliği olarak vasıflandırılmış ve genel ilkeye aykırı da olsa bu görüş sonraki dönemde de bir hayli taraftar bulmuştur.

İslâm hukukunda bir malın emanet hükmünü alabilmesi, yukarıda zikredilen iki sebeple, yani akdin veya zilyedliğin emanet vasfını taşımasıyla mümkün olur. Mecelle’de emanet, “Emin ittihaz olunan kimse nezdinde bulunan şeydir” (md. 762) tarzında tarif edilerek bu iki yön birleştirilmek istenmiştir. Vedîa akdiyle kendisine bir mal teslim edilen kimse kadar âriyet malı elinde bulunduran kimse, müşterinin malını işlemek ve imalâtında kutlanmak üzere teslim alan sanatkâr, şirket malına nisbetle ortaklar, vakıf malını elinde bulunduran mütevelli veya yetim malının zilyedi olan vasî de hukuken emin kimseler olarak kabul edilir. Bu kimseler ellerindeki malları koruma yükümlülüğü taşısalar bile bu husus esasında belli bir maddî bedele değil taraflar arası güven ilişkisine dayanır. Bu sebeple adı emanetçi de olsa başkasının malını ücret karşılığı belli bir süre korumayı üstlenen kimse, bu ivaz faktörü sebebiyle hukuken emin hükmünü taşımaz (, md. 777).

Sahibinin sarâhaten veya delâleten iznine bağlı olarak elde bulundurulan şeyler de emanet hükmündedir. Meselâ müşterinin bakmak üzere eline aldığı mal böyledir. Ancak açıkça yasak varsa delâleten izne itibar edilmez (, md. 771-772). İradî olarak başkasına tevdi edilen şeyin emanet olarak adlandırıldığı tek akid vedîa olmakla birlikte diğer emanet akidlerinde ve zilyedliklerindeki mallar da hukuken emanet mal hükmündedir. Mecelle’nin ilgili bölümünde (Kitâbü’l-emânât) emanetle ilgili genel hükümlerden sonra sadece vedîa ve âriyet akdine yer verilmişse de konu başında yer alan ilk maddede bir malın doğrudan veya dolaylı olarak korunmasını içeren akidlerdeki ve iyi niyetli zilyedliklerdeki malların emanet hükmünde olduğu belirtilmiştir (md. 762). Ancak emanet malla ilgili genel hükümler, malın korunması maksadıyla bir kimse nezdine bırakılmasını konu alan vedîa akdindeki özel hükümlerden zaman zaman farklılık gösterir. Bu sebeple vedîa ile ilgili olarak Mecelle’de yer alan özel hükümlerin akid ve zilyedlikten doğan emanet konusuna uygulanması her zaman mümkün olmaz.

Gerek emanet akidlerinde gerekse emanet zilyedliklerinde kişi, elinde bulunan mala gelecek zarar ve ziyandan kasdı, taaddi ve kusuru bulunmadıkça kural olarak sorumlu tutulmaz. Diğer bir ifadeyle emin kimse, iyi niyetli bir kullanıcı işleyici ve koruyucu olarak gerekli özen ve dikkati gösterdiği, mesleğinde acemi olmayıp tedbirli davrandığı sürece elindeki mala gelecek zarardan sorumlu tutulmaz. Mecelle bunu, “Emanet mazmun değildir” (md. 768) kaidesiyle özetlemiştir. Ancak kişi bu malın zarar görmesine bilerek, ölçüsüz, aşırı ve kusurlu davranarak sebep olmuşsa o zaman sorumlu tutulur. Meselâ sahibinin izni olmadığı halde emanet hayvana binen, sahibinin izin ve tâlimatı dışında emanet malı kullanan kimseler, bu davranışlarının yol açtığı zarar ve ziyanı ödemekle yükümlü tutulurlar.

Akdin veya zilyedliğin emanet hükmünü taşıması ispat yükünü de etkiler. Zilyed eğer malı tazmini gerektirecek bir sıfatla elinde bulunduruyorsa kusursuzluğunu ispat etmek bu kişiye aittir. Halbuki emanet akidlerinde ve zilyedliklerinde mala bir zarar geldiğinde ilk planda zilyedin sözüne itibar edilir, aksini ispat ise diğer tarafa düşer.

Bir malın korunması maksadıyla bir kimseye bırakılması (îdâ‘) ve bunu konu alan vedîa akdi ise diğer emanet akidlerinden ve zilyedliklerinden doğrudan emaneti konu alması bakımından ayrılır ve özel hükümlere tâbidir (bk. VEDÎA).


BİBLİYOGRAFYA

İbn Mâce, “Ṣadaḳāt”, 5.

Tirmizî, “Büyûʿ”, 39.

, IV, 135-137.

Mergīnânî, el-Hidâye, Kahire 1936, III, 157-161.

, II, 281-283.

, VII, 280-333.

a.mlf., el-Kâfî (nşr. Züheyr eş-Şâviş), Beyrut 1402/1982, II, 373-381.

, V, 255-258.

, III, 25-28.

İbnü’l-Hümâm, Fetḥu’l-ḳadîr, Kahire 1306, VII, 451-464.

Haccâvî, el-İḳnâʿ, Kahire, ts., II, 377-385.

, III, 79-82.

Dâmad, Mecmaʿu’l-enhur, İstanbul 1310, II, 337-345.

, V, 333-339.

, IV, 493-502.

, md. 762-772, 777.

Ali el-Hafîf, eḍ-Ḍamân fi’l-fıḳhi’l-İslâmî, Kahire 1971, I, 102-109.

Vehbe ez-Zühaylî, Naẓariyyetü’ḍ-ḍamân, Dımaşk 1402/1982, s. 145-187.

Muhammed Fevzî Feyzullah, Naẓariyyetü’ḍ-ḍamân fi’l-fıḳhi’l-İslâmiyyi’l-ʿâm, Küveyt 1983, s. 38-70.

, IV, 144-222.

, VI, 236-239.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1995 yılında İstanbul’da basılan 11. cildinde, 83-84 numaralı sayfalarda yer almıştır.