HIFZ

Allah’ın, velî kullarını günahta ısrar etmekten koruması anlamında tasavvuf terimi.

Müellif:

Sûfîlere göre Allah, peygamberleri günah işlemekten koruduğu gibi (ismet) velî kullarını da günah işlemekte ısrar etmekten korur. Velînin bu şekilde korunmasına hıfz, onu koruyan Allah’a hâfız, korunan velîye de mahfûz denir (Tehânevî, III, 311).

Allah’ın dostluğunu kazanmış takvâ sahibi bir mümin olan velînin beşer olması itibariyle günah işlemesi mümkündür. Cüneyd-i Bağdâdî, “Velî zina eder mi?” sorusu karşısında bir süre düşündükten sonra, “Allah’ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir” (el-Ahzâb 33/38) meâlindeki âyeti okuyarak bunun mümkün olduğuna işaret etmiştir (Kuşeyrî, s. 526). Ancak velînin günah işlemeye devam etmesi düşünülemez.

Bir velînin günahsız ve hatasız kabul edilmesi mümkün değildir; aksi takdirde velî peygambere eşit duruma getirilmiş olur. Fakat onun avam gibi sık sık günah işlemesi de salâh ve takvâ sıfatına aykırıdır. Sûfîler, takvâ konusundaki hassasiyetini sürdürmesi şartıyla velînin Allah’ın koruması altında bulunacağını düşünürler. “Allah sâlih kullarının işlerini üstlenir” (el-A‘râf 7/196) meâlindeki âyetle, şeytanın Hakk’ın dostu olan kulları azdıramayacağını belirten (el-Hicr 15/42; en-Nahl 16/99; el-İsrâ 17/65) ve günah işlemekte ısrar etmeyenleri öven (Âl-i İmrân 3/135) âyetler sûfîlerce velîlerin mahfuz olduğuna delil gösterilmiştir.

Kelâbâzî’ye göre peygamberin mâsum olması gibi velî de mahfuzdur; şeytan onu azdıramaz (et-Taʿarruf, s. 75, 99). Hücvîrî de benzer görüşleri tekrar eder. Kuşeyrî’ye göre velîlerin peygamberler gibi tamamen günahsız olmaları zorunlu değildir; fakat sürekli olarak yanılma, yanlış ve günah üzerinde ısrar etmemeleri velâyetin gereğidir, mahfuz olmanın anlamı da budur. Hatta bu anlamda velînin mahfuz olması şarttır. Zira dinî hükümlerle çatışan kişi velî olmak bir yana tam bir aldanmışlık ve gaflet içindedir (er-Risâle, s. 519-520). Bâyezîd-i Bistâmî, velî olduğu sanılan bir kişinin kıble yönünde tükürmesini bile onun velî olamayacağının bir delili kabul etmiştir (a.g.e., s. 81).

Velîler nefislerini ne kadar arındırsalar yine de kendilerinde “bakıyye-i nefs” denilen bir parça nefsânî arzu kalır. Nefsin arzusu ve şeytanın vesvesesi sebebiyle nâdiren günah işlemesi mümkün olan velî bu durumda şiddetli bir pişmanlık duyup derhal tövbe etmelidir (Hakîm et-Tirmizî, s. 402).

Bazı sûfîler, velîlerin cezbe ve sekr halinde iken bile ilâhî koruma altında bulunduklarını, bundan dolayı dinin emir ve yasaklarına aykırı hareket etmeyeceklerini ileri sürmüşlerdir. Menkıbeye göre Ebû Abdullah et-Türûğbezî kıtlık ve açlığın hüküm sürdüğünü duyunca halka olan şefkatinden şuurunu yitirmişti; fakat bu halde iken namaz vakti girince şuuru yerine geldiği için bu görevi ifa eder, sonra önceki haline dönerdi. Bu rivayeti aktaran Kuşeyrî (er-Risâle, s. 206) olayı, Ebû Abdullah’ın dinî hükümler hususunda Allah’ın koruması altında bulunduğu şeklinde yorumlamakta; ayrıca bu sûfînin, kıtlıktan acı çeken halkın durumuna üzülmekten dolayı şuurunu kaybedecek hale gelmesini “hakikat ehli”nden olmanın en büyük özelliği olarak göstermektedir.

İlk sûfîler genellikle keşf ve ilhamın vahiy gibi kesin olmadığını, sûfînin keşfinde hata bulunabileceğini kabul ederlerdi. Ancak Hakîm et-Tirmizî’den itibaren bazı mutasavvıflar bu hususta farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Hakîm’e göre “mükellem” ve “muhaddes” denilen keşf ve ilham sahibi bulunduğu derecenin hakikatine erince artık nefsin kuruntusundan korkup kaygılanmaz; şeytan peygambere gelen vahyi bozamadığı gibi nefsin kuruntusu da keşf ve ilhamı bozamaz; ilham da vahiy gibi koruma altındadır (Sülemî, s. 220). Bu fikir, özellikle Gazzâlî ve İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıflar tarafından desteklenmiş, velîlerin bazı mertebelerde ilham yoluyla aldıkları bilgilerde yanılma olmayacağı kabul edilmiştir (İḥyâʾ, III, 14, 17; el-Fütûḥât, III, 335). Müridin ferâseti zan olabilir ama âriflerin ferâseti hakikattir (Kuşeyrî, s. 484). Bazı sûfîlerin tam isabet kaydeden ve hiç şaşmayan bir ferâsete sahip olduğuna inanılır. Şah b. Şücâ‘-ı Kirmânî bunlardan biridir (a.g.e., s. 483).

Velîlerin dinî ve ahlâkî davranışlarında ilâhî bir koruma altında olduklarına inanan sûfîler, onların söyledikleri sözler itibariyle de bu korumanın geçerli olduğunu, “şathiyyât” denilen ve ilk bakışta şeriata aykırı gibi görünen ifadelerin aslında dine aykırı olmadığını savunmuşlardır (Ankaravî, s. 100).

Velîlerin günah işlemeyecekleri, işleseler bile bunda ısrar etmeyecekleri inancı, bazı müridlerin şeyhlerini yanılmaz ve günah işlemez olarak kabul etmelerine yol açmıştır. Bu durumda büyük sûfîler, şeyhlerin günah olan fiillerini müridlerin kabul ve tasvip etmemelerini, ancak karşı da çıkmamalarını, onları halleriyle başbaşa bırakmalarını tavsiye etmişler ve Hızır-Mûsâ kıssasına dair âyetleri (el-Kehf 18/68-82) bu tavsiyelerine delil olarak göstermişlerdir (Kuşeyrî, s. 74; Alâüddevle-i Simnânî, s. 193).


BİBLİYOGRAFYA

, “ḥfẓ” md.

, III, 311.

, s. 402.

, s. 75, 99.

, s. 220.

Ebû Mansûr el-Abbâdî, Ṣûfînâme (nşr. Gulâm Hüseyn-i Yûsufî), Tahran 1347 hş., s. 102, 125.

, s. 162, 231, 342.

, s. 65, 74, 81, 206, 462, 483-484, 519-520, 526, 633, 665, 743.

, III, 14, 17.

, III, 335, 402.

, s. 173, 485.

Ankaravî, Minhâcü’l-fukarâ, Bulak 1256, s. 99-100.

, s. 414.

Seyyid Ahmed Murâd el-Bekrî, er-Risâletü’ṣ-ṣûfiyye, Kahire 1346 hş., s. 17.

Alâüddevle-i Simnânî, Çihl Meclis, Tahran 1366 hş., s. 186, 193.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1998 yılında İstanbul’da basılan 17. cildinde, 315-316 numaralı sayfalarda yer almıştır.