ITNÂB

Bir düşüncenin gereğinden fazla sözle ifade edilmesi anlamında belâgat (meânî) terimi.

Bölümler İçin Önizleme
  • 1/2Müellif: İSMAİL DURMUŞBölüme Git
    Sözlükte “Uzun çadır ipi, sinir, ağaç kökü damarı” anlamlarına gelen ṭunb isminden veya “atın sırtının ve ayaklarının uzun olması” demek olan ṭaneb kö…
  • 2/2Müellif: MUSTAFA İSMET UZUNBölüme Git
    TÜRK EDEBİYATI. Türk edebiyatında ıtnâb bahsi, belâgat kitaplarıyla benzeri teorik eserlerde Arap edebiyatında olduğu gibi hem müsbet hem de menfi ola…

Müellif:

Sözlükte “Uzun çadır ipi, sinir, ağaç kökü damarı” anlamlarına gelen ṭunb isminden veya “atın sırtının ve ayaklarının uzun olması” demek olan ṭaneb kökünden if‘âl babında masdar olup “develerin uzun dizi halinde gitmesi, bir yerde uzun süre ikamet etme, rüzgârın şiddetle esmesi, sözü abartma ve uzatma” gibi anlamlara gelir.

Meânî ilminde sözler içerdiği lafızların sayısı ve ifade ettikleri mâna itibariyle îcâz, müsâvât ve ıtnâb olmak üzere üçe ayrılır. Az sözle çok şeyi anlatmaya îcâz, bunun zıddına ıtnâb, lafız ve anlamın sayı itibariyle denk olmasına da müsâvât adı verilir. Sözün anlamı ifadeye yetmeyecek derecede kısaltılmasına da ihlâl denir. Îcâz ve ıtnâbın ölçüsünü günlük konuşma dilindeki halkın geleneği belirler. Ayrıca muhatabın durumu ve hitap konusu da bu mevzuda belirleyici bir ölçüdür. Nitekim yaşlılık hakkındaki, “Yâ rabbi, kemiklerim zayıfladı, başımdaki saçlar ak pak oldu” (Meryem 19/4) âyeti örfe göre ıtnâbdır. Çünkü konuşma dilinde ve halkın örfünde bu düşünce, kısaca “yaşlandım” kelimesiyle ifade edilir. Ancak bu âyet konusu bakımından da îcâz sayılır. Çünkü âyette gençlik günlerinin sona erip yaşlılığın bütün dertleriyle gelip çattığı bir dönemden ve bundan duyulan üzüntü ve özlemden söz edilmektedir. Bunun uzun ifadelerle tasviri edebî açıdan uygun düşmektedir.

Ebû Amr b. Alâ, Halîl b. Ahmed, Câhiz, İbn Cinnî ve İbn Sinân el-Hafâcî gibi eski edipler ve belâgat âlimleri itâle, tatvîl, bast, iksâr, teksîr, istıksâ, ishâb ve tezyîl gibi terimleri ıtnâbla eş anlamlı olarak kullanmışlardır (Câhiz, el-Beyân, I, 91, 195; Ebû Hilâl el-Askerî, s. 413-415; İbn Sinân el-Hafâcî, s. 205-208). İbn Sinân tezyîl ve ishâb adını verdiği ıtnâbı, “bir düşüncenin gereğinden fazla lafızla ifadesi” şeklinde tanımladıktan sonra onu tatvîl (itâle) ve haşivden de ayırmış, yararsız ve belirsiz ziyadeye tatvîl, yararsız ancak belirli olan ziyadeye de haşiv adını vermiştir. İbn Sinân, haşvin genellikle vezin gereği veya seci amacıyla yapıldığını söyler (Sırrü’l-feṣâḥa, s. 219-220). Meselâ Zebbâ’nın ألفى قولها كذبا ومينا (Sözünü yalan dolan buldu) mısraında “kezib” ve “meyn” kelimeleri aynı anlama (yalan) geldiği için biri fazladır, fakat hangisinin fazla olduğuna dair bir delil bulunmadığı için bu söz tatvîldir. Yine ”ذكرت أخي فعاودني / صداع الرأس والوصب“ (Kardeşim aklıma geldi de yine baş ağrım ve rahatsızlığım depreşti) mısraında “sudâ‘” kelimesi baş ağrısı demek olduğundan “re’s” (baş) kelimesi fazladır. Fazlalığın belirli olması sebebiyle mısrada haşiv vardır. Itnâbı mübalağa bildiren bir tekit türü sayan Ziyâeddin İbnü’l-Esîr ile daha sonraki belâgat âlimleri de ıtnâb, tatvîl ve haşvin farkları konusunda aynı şeyi söylemişlerdir (el-Mes̱elü’s-sâʾir, II, 345).

Beliğ sözde ölçü olarak îcâzı savunanlara karşı ıtnâbın daha beliğ olduğunu ileri süren belâgat âlimlerinin yanında îcâzın da ıtnâbın da beliğ olabileceği durumlar bulunduğunu söyleyerek bu iki görüşü uzlaştırmaya çalışanlar da vardır. Itnâbın daha beliğ olduğunu savunanlara göre dil bir düşüncenin ifadesidir. Bu da muhatabı açık ve doyurucu sözlerle ikna etmekle gerçekleşir. Bu bakımdan en beliğ söz en açık ve maksadı en iyi anlatan sözdür. Bir söz anlatılmak istenen şeyi bütünüyle kapsamalıdır. Bu da ancak uzun sözle mümkün olur. Ayrıca onlara göre ıtnâbın hitap alanı îcâza oranla daha geniştir. Çünkü ıtnâb hem halk hem de kültürlü kesime hitap ederken îcâz sadece kültürlü kimselere hitap eden bir üslûptur.

Îcâzı “maksadı tam anlatan veciz söz”, ıtnâbı “bir yarar ve amaç için uzatılmış söz” olarak tarif eden Ebû Hilâl el-Askerî bu konuda uzlaşmacı bir yol takip eder (Kitâbü’ṣ-Ṣınâʿateyn, s. 209). Her çeşit sözde îcâza da ıtnâba da ihtiyaç olduğunu söyler ve îcâzın gerekli olduğu yerde ıtnâb, itnâbın gerekli olduğu yerde îcâz üslûbu kullanmanın aynı derecede yanlış olduğuna dikkat çeker. Yararsız ve amaçsız olarak uzatılmış söze “tatfîl” ve “tatvîl” adını vererek bunun ifadede âcizlikten kaynaklandığını belirtir (a.g.e., a.y.).

Itnâbın belâgattaki yeri çok eski dönemlerden beri sorgulanagelmiştir. Ebû Amr b. Alâ’ya (ö. 154/771) göre eski Arap edip ve şairlerinden çoğunun anlaşılmak için sözü uzatmayı, ezberlenmesi için de kısa tutmayı tercih ettiklerini belirtmişlerdir (a.g.e., s. 211). Müberred’in kadim Araplar’ın sözlerinde üç anlatım tarzı (îcâz, ıtnâb, îmâ) bulunduğunu söylemesi de bunu teyit etmektedir (el-Kâmil, I, 17). Halîl b. Ahmed, kitaplarda anlatma ve açıklama bölümlerinin ıtnâb, ezberlenecek kısımların ise îcâz üslûbu ile kaleme alınmasını tavsiye eder. Ebû Ya‘kūb el-Hureymî de yerinde yapılan bir ıtnâbın daha tesirli olduğunu söyler (Ebû Hilâl el-Askerî, s. 413).

Eski Araplar’da kabileler arası çatışmaları sona erdirmek için yapılan konuşmalarla hükümdarlara sunulan kasidelerde ıtnâbın tercih edilmesi bir gelenekti. Önemli olayların anlatımında, mev‘iza ve nasihatlerde ıtnâb üslûbunun kullanılması makbul sayılmıştır. Şu âyette, hükmün reddedilmesini ifade eden inkâr soruları ve tekrarlarla sağlanmış ıtnâbın nasihatteki tesiri ve belâgat güzelliği görülmektedir: أَفَأَمِنَ أَهْلُ الْقُرَى أَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا بَيَاتًا وَهُمْ نَائِمُونَ۰أَوَأَمِنَ أَهْلُ الْقُرَى أَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا ضُحًى وَهُمْ يَلْعَبُونَ۰أَفَأَمِنُوا مَكْرَ اللهِ فَلَا يَأْمَنُ مَكْرَ اللهِ إِلَّا الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ (Kasabaların halkı, geceleyin uyurken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler? Yahut kasabaların halkı kuşluk vakti eğlenirlerken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler? Onlar Allah’ın düzeninden güvende miydiler? Allah’ın düzeninden ancak mahvolacak millet güvende olur [el-A‘râf 7/97-99]).

Kur’an’da geçen “âyetlerin tasrifi” ifadesinin (el-En‘âm 6/46, 65, 105; el-A‘râf 7/85; el-Ahkāf 46/27) bir anlamı da bir konunun değişik üslûplarla dile getirilmesidir. Nitekim insanlarda arzu uyandırmak ve onları şevke getirmek için cennet ve nimetleriyle cennet ehli bazan îcâz (es-Secde 32/17; ez-Zuhruf 43/71; el-İnsân 76/20; el-Mutaffifîn 83/24), bazan ıtnâb (Muhammed 47/15; er-Rahmân 55/46-76; el-Vâkıa 56/11, 12, 15-23; en-Nebe’ 78/31-39; el-İnsân 76/12-22; el-Gāşiye 88/8-16) üslûbu ile tasvir edilmiştir. Aynı şekilde insanları uyarmak için cehennem ve cehennem azabı ile cehennem ehli bazan îcâz (ez-Zuhruf 43/74-75; el-Kamer 54/47), bazan ıtnâb (el-Hac 22/19-21; el-Mü’minûn 23/103-104) üslûbu ile dile getirilmiştir. İman-küfür, mümin-kâfir tasvirlerinde de değişik mizaç ve yeteneklere sahip insanlara farklı şekilde hitap edilirken yerine göre îcâz veya ıtnâb üslûbu kullanılmıştır. Kur’an’da Araplar’a ve bedevîlere îcâz üslûbuyla hitap edildiği, İsrâiloğulları’na hitap ederken veya onlarla ilgili kıssalar anlatılırken ıtnâb üslûbunun kullanıldığı görülmektedir.

Bir konunun veya bir düşüncenin ıtnâb üslûbuyla anlatılmasının birçok yolu olup bunların başlıcaları şunlardır: 1. Parantez arası cümleler (cümle-i mu‘teriza) vasıtasıyla yapılan ıtnâb. Bir cümlenin öğeleri arasına veya anlamca ilgili iki cümle arasına anlamı pekiştirmek, güzelleştirmek veya tenzih, tâzim, tenbih, dua gibi amaçlarla bir kelime, cümle yahut cümleler getirilerek ıtnâb sağlanır. Bu cümleler, genellikle öndeki kelime veya cümleyle bağlantılı olarak sırası ve yeri gelmişken hemen kaydedilmesi gerekli açıklayıcı notlar şeklinde gelir. Meselâ şu âyette parantez cümlesi Allah’ı oğul isnadından tenzih etmek için getirilmiştir: قَالُوا اتَّخَذَ اللهُ وَلَدًا (سُبْحَانَهُ) هُوَ الْغَنِيُّ (Allah çocuk edindi dediler -hâşâ- O müstağnidir… [Yûnus 10/68]). Aşağıdaki âyetlerde pekiştirme amacıyla ıtnâb yapılmıştır: وَوَصَّيْنَا الْإِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ (حَمَلَتْهُ أُمُّهُ وَهْنًا عَلَى وَهْنٍ وَفِصَالُهُ فِي عَامَيْنِ) أَنِ اشْكُرْ لِي وَلِوَالِدَيْكَ (Biz insana anne ve babasına karşı -ki annesi meşakkat üstüne meşakkatle onu karnında taşımış, üstelik iki yıl da emzirmiştir- iyi davranmasını tavsiye ettik, bana ve ebeveynine şükret diye öğütledik [Lokmân 31/14]). فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا (وَلَنْ تَفْعَلُوا) فَاتَّقُوا النَّار… (Bunu yapamadınız -yapamayacaksınız da- öyleyse ateşten korkun [el-Bakara 2/24]). Yeminin büyüklüğünü, dolayısıyla yemin edenin azametini bildiren şu âyette iç içe iki parantez cümlesi kullanılmıştır: فَلَا أُقْسِمُ بِمَوَاقِعِ النُّجُومِ (وَإِنَّهُ لَقَسَمٌ [لَوْ تَعْلَمُونَ] عَظِيمٌ) إِنَّهُ لَقُرْآنٌ كَرِيمٌ (Hayır, yıldızların düştüğü yerlere yemin ederim ki [bu -bilseniz- ne büyük yemindir] o yüce bir Kur’an’dır [el-Vâkıa 56/75-77]).

2. Kapalı bir ifadenin arkasından onu açıklayan bir ifade getirmek suretiyle yapılan ıtnâb. Bu tür ıtnâbla anlamın zihne iyice yerleşmesi amaçlanır. Bu üslûbun yararlarından biri de muhataba tam anlama ve kavrama hazzı tattırmaktır. Çünkü kapalı olan mânayı anlayamamanın verdiği sıkıntının ardından onu kavramak daha fazla haz verir. Bunların dışında meselenin önemine, azametine veya tehlikesine dikkat çekmek, bir fikri değişik anlayış ve yetenekteki muhataplara kapalı ve açık olmak üzere iki farklı ifadeyle takdim etmek de bu tür üslûbun faydalarındandır. Şu âyetlerde ticaret, vesvese, helû‘ (huysuzluk), azap ve kayyûm kelimeleri, onları takip eden cümlelerle açıklanmıştır: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا هَلْ أَدُلُّكُمْ عَلَى تِجَارَةٍ تُنْجِيكُمْ مِنْ عَذَابٍ أَلِيمٍ: تُؤْمِنُونَ بِاللهِ وَرَسُولِهِ وَتُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنْفُسِكُمْ (Ey inananlar! Size kendinizi acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah’a ve Peygamber’ine inanır; canlarınız ve mallarınızla Allah yolunda cihad edersiniz [es-Saf 61/10-11]). فَوَسْوَسَ إِلَيْهِ الشَّيْطَانُ: قَالَ يَا آدَمُ هَلْ أَدُلُّكَ عَلَى شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لَا يَبْلَى (Şeytan ona vesvese verdi: ‘Ey Âdem! Sana ölümsüzlük ağacını ve eskimeyen bir saltanatı göstereyim mi?’ dedi [Tâhâ 20/120]). إِنَّ الْإِنْسَانَ خُلِقَ هَلُوعًا: إِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ جَزُوعًا۰وَإِذَا مَسَّهُ الْخَيْرُ مَنُوعًا (İnsan gerçekten pek huysuz [helû‘] yaratılmıştır: Başına bir fenalık gelince feryat eder; bir iyiliğe ulaşırsa onu herkesten meneder [el-Meâric 70/19-21]).: يَسُومُونَكُمْ سُوءَ الْعَذَابِ يُذَبِّحُونَ أَبْنَاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَكُمْ (Onlar [Firavun ailesi] size acı işkence yapıyor: Oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı [el-Bakara 2/49]). الْحَيُّ الْقَيُّومُ: لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ (O Allah diri ve kayyûmdur [Her an yaratıklarını gözetip durandır]: Onu ne uyuklama ne de uyku tutar [el-Bakara 2/255]). Övme ve yerme fiilleriyle kurulmuş cümlelerde de bu tür üslûp özelliği görülür. Çünkü bu fiiller fâilleriyle birlikte kapalı bir cümle oluşturur. Bunu takip eden mahsusla da (övgü ve yergi öğesi) bu kapalılık açılır: بِئْسَ الِاسْمُ: الْفُسُوقُ بَعْدَ الْإِيمَانِ (Ne kötü isim: Mümin adından sonra fâsık adını almak [el-Hucurât 49/11]). Aynı şekilde temyizli ifadelerde de bu tür kapalı ifadeyi açma özelliği görülür: وَاشْتَعَلَ الرَّأْسُ شَيْبًا (Başımdaki saçlar ak pak oldu [Meryem 19/4]). Bu tür temyizli ifadeler düz anlatıma göre daha beliğdir. Çünkü bunda kapalıyı açma özelliği yanında kaplam ve abartı özelliği de bulunduğundan anlam düz ifadeye oranla daha çarpıcı olarak yansıtılır. Düz (temyizsiz) anlatımla اشتعل شيب الرأس denilseydi başın sadece saçlarının (belki de bir kısmının) ağardığı ifade edilmiş olurdu. Halbuki اشتعل الرأس شيبا şeklindeki temyizli anlatımda başın bütünüyle ve saçların tümüyle ak pak olduğu, sanki başın ak saçlardan ibaret olduğu abartısı ile ifadeye canlılık verilmiştir. “Mâ” ve “men” ism-i mevsûlleri veya şart isimlerindeki kapalılığın onlardan sonra getirilen beyan “min”i ile gelmiş bir unsurla açılması da ıtnâb özelliği taşımakta olup Arap dilinde işlek bir anlatım tarzıdır: وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ (Hayır olarak ne harcarsanız size tam olarak ödenecektir [Bakara 2/272]). Bedel ve atf-ı beyân ifadelerinde de ilk öğenin (mübdel minh / mâtuf aleyh) ikinci öğeyle (mâtuf/bedel) açıklandığı ve kapalılığı giderildiği için kapalıyı açma üslûbu görülür: اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ: صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ (Bizi doğru yola, kendilerine nimetler verdiğin kimselerin yoluna ilet [el-Fâtiha 1/6-7]).

3. Tevşî‘ üslûbuyla yapılan ıtnâb. Genellikle bir tesniye sîgasının peşinden onu açan, birbirine atıfla bağlı iki açıklayıcı öğenin getirilmesidir. Bu da bir tür kapalı anlamı açma olup hadislerde çok görülen bir üslûptur.: يشيب ابن آدم وتشب فيه خصلتان: الحرص وطول الأمل (Âdemoğlu yaşlanır, ancak onun içinde iki haslet: hırs ile tûl-ı emel gençliğini korur).

4. Genelin ardından özeli anarak yapılan ıtnâb. Genel bir öğeden sonra onun kapsamına dahil bir unsurun özellikle atıf yoluyla zikredilmesi, bu unsurun genelden ayrı bir türmüş gibi özel bir yeri ve önemi olduğunu vurgulamak amacını taşır. Bu da bir çeşit kapalı olan anlamı açma üslûbudur: حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلَاةِ الْوُسْطَى (Namazlara, özellikle orta namaza itina gösterin [el-Bakara 2/238]). مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِلّٰهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَرُسُلِهِ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ (Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, özellikle de Cebrâil ve Mîkâil’e düşman ise… [el-Bakara 2/98]).

5. Tekrar ile (tekrîr) ıtnâb. Arap dilinde yaygın bir ıtnâb tarzıdır. Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ Araplar’ın korkutmak, uyarmak veya muhatabın yanılmasını önlemek amacıyla kelimeyi tekrar ettiklerini (Meʿâni’l-Ḳurʾân, III, 287), Ma‘mer b. Müsennâ (Ebû Ubeyde) ise tekrarın bir mecaz türü olduğunu söyler (Mecâzü’l-Ḳurʾân, I, 12). Tekrarı, mânanın iyice anlaşılması için özellikle anlayışı noksan olan muhatap ve dinleyicilere karşı başvurulması gereken bir üslûp çeşidi olarak gören Câhiz tekrarın belli bir sınırı olmadığını, muhatapların anlayış seviyesine göre değişebileceğini söyler (el-Beyân, I, 104). Hattâbî tekrarı makbul olan ve olmayan diye iki kısma ayırmış, yerinde ve ihtiyaca göre olanı makbul, birinciye bir anlam ve yarar sağlamayan tekrarı da mezmum saymış ve buna “lağv” (boş söz) adını vermiştir. Özenle üzerinde durulan, tekrarlanmaması halinde yanlış anlaşılacak veya unutulacak ya da değeri anlaşılmayacak önemli şeylerin tekrarının güzel olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde Ziyâeddin İbnü’l-Esîr de sadece tekit, takrir, tergīb gibi bir amaç ve yarar için getirilmiş tekrarın her çeşidini ıtnâbdan saymıştır. Belâgat âlimleri tekrarın anlamı pekiştirdiğini, özellikle dinî öğütlerde öğüt verenin samimiyetini ifadeyle muhatapların gönüllerini ısındırarak nasihati kabule hazırladığını, özlem, azamet, tehlike ve ürküntü ifade ettiğini, bir şeyin önemine veya tehlikesine dikkat çekmeyi sağladığını söyleyerek yararlarına işaret etmişlerdir. Bazı durumlarda her tekrarın ilgili bulunduğu şey farklı olduğu için her biri ayrı nüansa sahiptir. Belâgat âlimleri bu tekrara “terdîd” adını vermişlerdir. Rahmân sûresinde فَبِأَيِّ آلَاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ (Öyleyken ey insanlar ve cinler, rabbinizin hangi nimetini yalan sayıyorsunuz) ifadesinin değişik nimetlerin ardından otuzdan fazla tekrarı ile Mürselât sûresinde dile getirilen çeşitli gerçeklerin ardından وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ (O gün yalanlayanların vay haline!) ifadesinin on defa tekrarı birer terdîd örneğidir. Zamir gelebilecek yerde ismi veya ifadeyi yinelemek de bu tür bir ıtnâbdır. Terdîd yoluyla ıtnâb tekrar edilen şeyin önemine, büyüklüğüne, yüceliğine dikkat çekmek veya onun ne kadar hakir olduğunu pekiştirmek yanında gönle ve zihne iyice yerleşmesini sağlamak, umum-husus ilgisi ve cinas gibi amaç ve yararlar için de yapılır. قُلْ هُوَ اللهُ أَحَدٌ۰اللهُ الصَّمَدُ (De ki: O Allah birdir. Allah sameddir [el-İhlâs 112/1-2]) âyetinde Allah kelimesi yüceliğine dikkat çekmek için tekrarlanmıştır.

6. Îgāl yoluyla yapılan ıtnâb. Sözlükte “bir yerin en uç ve en uzak noktasına ulaşmak” anlamına gelen îgāl, edebî bir sanat olarak anlamın tamam olmasından sonra beytin muhtevasını pekiştirmek veya güzelleştirmek, açıklamak veya abartı sağlamak gibi bir yarar için beytin sonunda ek bir kaydın getirilmesidir. Bu çoğunlukla, teşbih cümlelerinde benzetmenin bütün öğeleriyle tamam olmasından sonra onu geliştirip güzelleştirerek edebî bir abartı sağlayan, ona ayrıntı katan uygun bir kaydın veya sıfatın getirilmesi şeklinde olur. Buna îgāl adını vermemekle birlikte konuya ilk temas eden Asmaî (ö. 216/831) olmuştur (Kudâme b. Ca‘fer, s. 194; Ebû Hilâl el-Askerî, s. 122-124). Sa‘leb de “el-ebyâtü’l-ġur” (parlak beyitler) adı altında isim vermeden bu türe temas etmiştir (Ḳavâʿidü’ş-şiʿr, s. 72). Kudâme b. Ca‘fer, îgāle eserinin “kafiyenin beytin muhtevası ile uyumu” bölümünde yer vermiştir (Naḳdü’ş-şiʿr, s. 192). Hâtimî îgāl yerine “tebliğ” terimini kullanmıştır (Ḥilyetü’l-muḥâḍara, I, 155). İbn Reşîḳ ise onu kafiyelere has bir mübalağa türü sayar. Kazvînî ile ondan sonra gelen belâgat âlimlerinin çoğu ve bedîiyye sahipleri ise îgāli bir ıtnâb türü kabul etmişlerdir (el-Îżâḥ, s. 301). İmruülkays’ın كأن عيون الوحش حول خبائنا / وأرحلنا، الجزع الذي لم يثقب (Çadır ve konaklarımızın çevresindeki yaban sığırlarının gözleri, sanki delinmemiş nazar boncuklarıdır); Hansâ’nın وإن صخرا لتأتم الهداة به / كأنه علم في رأسه نار (Savaşlarda öncüler öncüsü Sahr, sanki başında ateş yanan bir yüce dağ) beyitlerinde koyu harflerle dizilen kısımlar bütün unsurlarıyla tamam olmuş teşbihleri pekiştirip güzelleştirdiği için îgāl sayılır. Şu âyetler de sondaki cümlelerin anlam bakımından öncesini teyit etmesi ve durak kafiyesini (fâsıla) oluşturması sebebiyle birer îgāl örneğidir: اتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ (Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, çünkü onlar hidayete ermiş kimselerdir [Yâsîn 36/21]). لَا تُسْمِعُ الصُّمَّ الدُّعَاءَ إِذَا وَلَّوْا مُدْبِرِينَ (Arkalarını dönüp giderlerken sağırlara da daveti duyuramazsın [en-Neml 27/80]).

7. Tezyîl yoluyla yapılan ıtnâb. Bir fikri pekiştirmek ve daha iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla bir ifadenin arkasından söz ve anlamca ya da sadece anlam bakımından ona benzer olan ek bir ifadenin getirilmesi şeklinde gerçekleşen bir ıtnâb üslûbudur. Ebû Hilâl el-Askerî bunu ta‘rizin zıddı (Kitâbü’ṣ-Ṣınâʿateyn, s. 413), Bâkıllânî ve İbn Münkız ise bir pekiştirme türü kabul etmişlerdir (İʿcâzü’l-Ḳurʾân, s. 155; el-Bedîʿ, s. 125). Tezyîli bir ıtnâb türü sayan Kazvînî, onu “bir cümlenin arkasından onu tekit eden ve onun anlamını içeren bir başka cümlenin getirilmesi” şeklinde tanımlamıştır (el-Îżâḥ, s. 307-309). Hatîb el-Kazvînî’nin Telḫîṣü’l-Miftâḥ’ını şerhedenlerle daha sonraki belâgat âlimleri de bu konuda Kazvînî’ye uymuşlardır. Tezyîl, müstakil olarak anlam bildirmesiyle bir mesel konumunda olan ve maksadı müstakil olarak ifade etmeyip önüne bağlı olması sebebiyle mesel konumunda olmayan şeklinde ikiye ayrılır. وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا (De ki: Hak geldi, bâtıl ortadan kalktı, zaten bâtıl ortadan kalkmaya mahkûmdur) âyetinden koyu harflerle dizilen cümle birincisine; ذَلِكَ جَزَيْنَاهُمْ بِمَا كَفَرُوا وَهَلْ نُجَازِي إِلَّا الْكَفُورَ (İşte böylece inkârlarından ötürü onları cezalandırdık. Biz nankörden başkasına ceza mı veririz? [Sebe’ 34/17]) âyeti ikincisine örnektir. İbn Nübâte es-Sa‘dî’nin şu beyti de tezyîlin ikinci türüne örnek teşkil eder: لم يبق جودك لي شيئا أؤمله / تركتني أصحب الدنيا بلا أمل (İhsanların benim için ümit edecek bir şey bırakmadı / Beni dünyada umutsuz/hayalsiz bir kimse haline getirdin). Şu iki âyette her iki tür tezyîl birleşerek ardarda gelmiştir: وَمَا جَعَلْنَا لِبَشَرٍ مِنْ قَبْلِكَ الْخُلْدَ، أَفَإِنْ مِتَّ فَهُمُ الْخَالِدُونَ۰كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ (Biz senden önce hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik. Sen öleceksin de onlar ölmeyecekler mi? Her can ölümü tadacaktır [el-Enbiyâ 21/34-35]).

8. Tekmil yoluyla ıtnâb. Kazvînî’ye göre tekmil, yanlış anlaşılması ihtimali bulunan bir sözün arkasından bunu ortadan kaldıran bir kısım getirmek demek olup “ihtirâs” ile aynı anlama gelir (el-Îżâḥ, s. 310-313). Diğer edip ve belâgat âlimleri ise tekmili “tetmîm” ile eş anlamlı saymışlardır.

أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ، أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ (Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, inanmayanlara karşı ise güçlüdürler [el-Mâide 5/54]) âyetinde onların güçlü olduklarını ifade eden tekmil (ihtirâs) kısmı getirilmeseydi önceki kısımda söz konusu edilen tevazuun zayıflık ve âcizlikten kaynaklanma ihtimali ortaya çıkardı. Aynı şekilde Tarafe’nin فسقى ديارك غير مفسدها / صوب الربيع وديمه تهمي (İlkbahar yağmurları sakin ve sürekli yağışlarla senin diyarını –bozmadan– sulasın) beyti, “gayra müfsidihâ = bozmadan” kaydı olmasaydı beyitten her tarafı bozan sel sularının da anlaşılması ihtimal dahilinde olduğundan beddua olarak algılanabilirdi. Yine Hamâsî’nin وما مات منا سيد في فراشه / ولا طل منا حيث كان قتيل (Bizim hiçbir reisimiz yatağında ölmüş değildir. Bizden hiçbir kimsenin kanı yerde kalmış değildir) beytinde de ilk mısra ile yetinilseydi kabilenin bütünüyle çatışmalarda öldürüldüğü, dolayısıyla zayıf ve âciz olduğu sanılırdı. Tekmil vazifesi gören ikinci mısra ile bu vehim giderilerek adı geçen kabilenin muzaffer ve güçlü olduğu dile getirilmiştir.

9. Tetmîm yoluyla ıtnâb. Kazvînî’den önceki belâgat âlimleri tetmîm ile tekmili eş anlamlı kabul etmişler ve bunu “bir sözde anlamı veya ifadeyi güzelleştiren tamamlayıcı bir kısmın zikredilmesi” şeklinde tanımlamışlardır (Hâtimî, Ḥilyetü’l-muḥâḍara, I, 153). Kazvînî’ye göre tetmîm, bir ifadede anlamı veya vezni tamamlayan fazla bir kısmın (tetimme) bulunmasıdır (el-Îżâḥ, s. 305). Tetmîm ile îgāli aynı mahiyette gören Ebû Hilâl el-Askerî’ye göre fazla kısım beyit sonunda ve fâsılalarda ise îgāl, değilse tetmîmdir (Kitâbü’ṣ-Ṣınâʿateyn, s. 424). Tetimme mübalağa ve tekit bildirebilir: وَيُطْعِمُونَ الطَّعَامَ عَلَى حُبِّهِ مِسْكِينًا وَيَتِيمًا وَأَسِيرًا (Onlar kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler [el-İnsân 76/8]). Bu âyette (الطعام) kelimesi (يطعمون)nin anlamını pekiştiren bir tetimmedir. Tetmîm bazan vezni tamamlamak için de getirilebilir. Bu bedîî bir güzellik de içermesi halinde edebî bir sanat sayılmıştır. Mütenebbî’nin وخفوق قلبي لو رأيت لهيبه / يا جنتي، لظننت فيه جهنما (Çarpan kalbimin alev alev ateşini görseydin / Ey cennetim, cehennemi orada sanırdın). Burada “yâ cennetî” ifadesi beytin veznini tamamlamak için getirilmiş bir tetimmedir, çünkü onsuz da anlam tamam olmaktadır.

10. Eş anlamlı öğelerle yapılan ıtnâb. Aynı anlamı ifade etmekle birlikte bir söz içinde ardarda getirilen eş anlamlı öğeler mânanın daha açık, vurgulu ve pekiştirmeli olarak anlatımını sağladıkları ve bazan aralarında ince anlam farkları bulunduğu için bir ıtnâb sayılmıştır.

إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ (“Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah’a açarım” [Yûsuf 12/86]). لَا يَخَافُ ظُلْمًا وَلَا هَضْمًا (Haksızlıktan ve hakkının yeneceğinden korkmaz [Tâhâ 20/112]).

فَمَا وَهَنُوا لِمَا أَصَابَهُمْ فِي سَبِيلِ اللهِ وَمَا ضَعُفُوا وَمَا اسْتَكَانُوا (Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü gevşememişler, yılmamışlar ve boyun eğmemişlerdi [Âl-i İmrân 3/146]). Örneklerdeki eş anlamlı “bes̱s̱, ḥüzn”, “ẓulm, hażm”, “vehn, ża‘f, istikânet” öğelerinin anlam nüansları görülmektedir.

11. Anlamı tamam olmuş sözün ardından onu daha çok açıklayan ve pekiştiren teşbihler getirmek suretiyle ıtnâb.

تردد في خلقي سؤدد / سماحا مرجى وبأسا مهيبا: // فكالسيف إن جئته صارخا / وكالبحر إن جئته مستثيبا

(Beyliğin iki tabii fazileti onda daim tezahürde 
Kâh umut kapısı cömertlik, kâh korku salan yiğitlik: 
Karşısına nâralarla çıkarsan bir kılıç kesilir o, 
Yardım talebiyle gelirsen bir denizdir o) 

İlk beyitte övülen kişinin cömertlik ve yiğitlik sıfatlarıyla methi tamamlandıktan sonra ikinci beyitte bu sıfatlarla ilgili iki teşbih getirilerek söz uzatılmıştır.

12. Olumludan sonra olumsuzu, olumsuzdan sonra olumluyu söyleme yoluyla ıtnâb. Bir fikrin pekiştirme amacıyla önce olumsuz, sonra olumlu (veya tersi) olarak ifade edilmesidir: لَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِاللهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ أَنْ يُجَاهِدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ وَاللهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ۰إِنَّمَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَارْتَابَتْ قُلُوبُهُمْ فَهُمْ فِي رَيْبِهِمْ يَتَرَدَّدُونَ (Allah’a ve âhiret gününe inananlar, malları ve canlarıyla cihad etmek için senden izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini bilir. Senden ancak Allah’a ve âhiret gününe inanmayanlar -bu konuda- izin isterler. Onların kalplerini şüphe kaplamış, o yüzden şüpheleri içinde bocalayıp dururlar [et-Tevbe 9/44-45]).

İlk âyette olumsuzu söyleme (nefiy) yoluyla, cihad konusunda kesin emirler bulunduğu için müminlerin Hz. Peygamber’den izin isteme gereği duymadıkları; ikinci âyette ise olumluyu belirtme (isbât) yoluyla inanmayanların bu konuda ondan izin istedikleri anlatılmıştır. İlk âyet ikinciye mefhum olarak delâlet ettiği için ikinci âyetle söz uzatılmış olmaktadır. Bunun sebebi de konuya daha ziyade açıklık getirip meselenin önemine dikkat çekmektir. Bu tür ıtnâbda, isbât veya nefiyden birinde ötekinde mevcut olmayan bir ilâvenin bulunması, iki sözün birbirinin basit bir tekrarı gibi olmadığını ve ıtnâbın gerekliliğini gösterir. Bu misalde ikinci kısımda, “Kalplerini şüphe kaplamış, o yüzden şüpheleri içinde bocalayıp dururlar” cümlesi ilk kısımda olmayan bir ilâvedir. Bu ise inanmayanların izin istemelerinin sebebini açıklayan bir ilâve olarak ıtnâbın lüzumuna delâlet etmektedir. Bu üslûbun güzel bir örneği Rûm sûresinin 6-7. âyetlerinde de görülmektedir.

13. Pekiştirme öğeleriyle ıtnâb. Zâit harfler, tekit harfleri ve edatları, lafzî ve mânevî tekit, âmillerini tekit eden mef‘ûl-i mutlak ile hâl-i müekkide gibi pekiştirme öğeleriyle de ıtnâb yapılabilir. İbn Cinnî’ye göre Arapça’da her zâit harf cümlenin tekrarı yerindedir. Zemahşerî ise tekit “lâm”ının olumlu cümlede pekiştirme vazifesi gördüğü gibi “leyse” ve olumsuzluk “mâ”sının haberine dahil olan zâit “bâ” harf-i cerrinin de olumsuzluğu pekiştirme görevi yaptığını belirtir. Cümle içerisinde ”إن، أن، كأن، إنما، أما، ألا، ل، قد، ن، ن“ vb. tekit edatlarının sayısı muhatabın inkâr derecesine göre değişir. Bu tür ıtnâbın güzel bir örneği Yâsîn sûresinde görülmektedir. Ashâbü’l-karye’ye gönderilen elçiler yalanlanmaları üzerine إِنَّا إِلَيْكُمْ مُرْسَلُونَ (Muhakkak biz size gönderilen elçileriz [Yâsîn 36/14]) şeklinde cevap vererek sözlerini, pekiştirme bildiren إن ile birlikte fiil cümlesine göre daha pekiştirmeli bir anlatım sağlayan isim cümlesi tarzında ifadeyle iki noktadan kuvvetlendirmişlerdir. Elçiler, toplumun kendilerini yalancılıkla suçlamalarında ısrar etmeleri üzerine de aynı sözü daha çok pekiştirici öğeyle tekit ederek رَبُّنَا يَعْلَمُ إِنَّا إِلَيْكُمْ لَمُرْسَلُونَ (Rabbimiz biliyor, muhakkak ki biz kesinlikle size gönderilmiş elçileriz [Yâsîn 36/16]) şeklinde hitapta bulunmuşlardır. Burada söz, yemin yerine geçen pekiştirici öğe olarak “Rabbimiz biliyor” ifadesi yanında inne, lâm-ı te’kid ve isim cümlesi olarak dört noktadan pekiştirilmiştir. Aynı şekilde mecazi anlam ihtimalini ortadan kaldırmak için önemli meselelerde pekiştirici bir öğe olarak bazı fiillerin onları gerçekleştiren organlarla ifadesi de (“gözümle gördüm, ayağımla çiğnedim, elimle yokladım, dilimle söyledim” gibi) bir tür mâna tekidi ve bir ıtnâb türüdür: Şu âyette bunun bir örneği görülmektedir: ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ (bu -zıhâr sözü- sizin dilinize doladığınız [boş] sözlerdir [el-Ahzâb 33/4]). Yine Kur’an’da “göğüs boşluğundaki kalpler” (el-Ahzâb 33/4; el-Hac 22/46) ifadesi de böyledir. Durumun korkunçluğunu tasvir etmek ve mübalağa için de bu tür pekiştirici ıtnâb öğesi gelebilir فَخَرَّ عَلَيْهِمُ السَّقْفُ مِنْ فَوْقِهِمْ (Tepelerindeki tavan üzerlerine çöktü [en-Nahl 16/26]). Bu âyette, tavanın zaten üstte bulunması sebebiyle “min fevkıhim…” kaydı ilk bakışta gereksiz bir uzatma (tatvîl-haşiv) gibi görülebilir. Halbuki herhangi bir tavanın değil üstlerindeki tavanın çöktüğünü ifadeyle durumun korkunçluğunu tasvirde pekiştirme ve abartı sağlama vazifesi gören bir ıtnâb öğesidir.

Lafzî tekit. Bir lafzın kendisinin veya eş anlamlısının tekrarı ile gerçekleşir. Kur’an’da birçok örneği mevcuttur (meselâ bk. el-En‘âm 66/125; el-İnşirah 94/5-6; et-Tekâsür 102/3-4). Türkçe’deki “kalem malem” tarzındaki kelimeler de bir nevi lafzî tekit olarak ıtnâb çeşididir. Arapça’da bu tür ifadelere “itbâ‘” adı verilir. Genellikle sıfatlarda görülen bu durum kelimenin ilk harfinin yerine “bâ”, “nûn”, “mîm”, “kāf” ve diğer bazı harflerin getirilmesiyle suni bir kelimenin üretilmesi şeklinde gerçekleşir: حسن بسن قسن (Cici bici), عطشان نطشان (çok susuz) gibi. Arapça’da ”كل، جميع، أجمع، ذات، نفس، عين، كلا، كلتا“ kelimeleriyle yapılan mânevî tekide, pekiştirilen öğede mecazi anlam ihtimalini veya kapsamazlık halini ortadan kaldırmak için ve genellikle olağan dışı hadiselerde başvurulur: فَسَجَدَ الْمَلَائِكَةُ كُلُّهُمْ أَجْمَعُونَ (Bütün melekler secde etti [el-Hicr 15/30]). كِلْتَا الْجَنَّتَيْنِ آتَتْ أُكُلَهَا (Her iki cennet de meyvelerini verdi [el-Kehf 18/33]). Âmilini (fiil, fiilimsi) pekiştiren mef‘ûl-i mutlak da bir ıtnâb öğesidir. Çoğunlukla âmili olan fiilin anlamından mecaz ihtimalini ortadan kaldırmak için zikredilir: وَكَلَّمَ اللهُ مُوسَى تَكْلِيمًا (Allah Mûsâ’ya gerçekten konuştu [en-Nisâ 4/164]) âyetinde olduğu gibi. Âmiliyle aynı anlamda olarak onu pekiştiren hal de ıtnâb öğesidir: وَيَوْمَ أُبْعَثُ حَيًّا (Diri olarak kabirden kaldırılacağım gün [Meryem 19/33]).

14. Anlamı tamam olmuş bir söze çeşitli amaçlarla fazladan bir öğenin eklenmesiyle gerçekleşen yukarıdaki ıtnâb üslûplarının yanı sıra bir de özlü bir biçimde anlatılabilecek bir fikrin ayrıntı, bölüm, kısım ve birimlerinin sayılıp dökülmesiyle gerçekleşen bir ıtnâb şekli daha vardır. Bu şekil, özellikle tasvir ve methiyelerde çok başvurulan bir anlatım tarzıdır. Şu iki âyet bu tür ıtnâba örnek olarak gösterilebilir: “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, her çeşit canlıyı yeryüzüne yaymasında, yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutlarla rüzgârları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için birçok delil vardır” (el-Bakara 2/164). “Sizden biriniz arzu eder mi ki hurma ve üzüm ağaçlarıyla dolu, arasında sular akan ve kendisi için orada her çeşit meyveden bulunan bir bahçesi olsun da bakıma muhtaç çoluk çocuğu varken kendisine ihtiyarlık gelip çatsın, bahçeye de ateşli bir bora isabet ederek yakıp kül etsin. (Elbette bunu kimse arzu etmez). İşte düşünüp anlayasınız diye Allah size âyetleri açıklar” (el-Bakara 2/266).


BİBLİYOGRAFYA

Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, Meʿâni’l-Ḳurʾân, Beyrut 1374/1955, III, 287.

Ma‘mer b. Müsennâ, Mecâzü’l-Ḳurʾân (nşr. Fuat Sezgin), Kahire 1374/1954, I, 12.

, I, 91, 104, 195.

Müberred, el-Kâmil (nşr. Zekî Mübârek – M. Şâkir Seyyid Kîlânî), Kahire 1355/1936, I, 17.

Sa‘leb, Ḳavâʿidü’ş-şiʿr (nşr. Ramazan Abdüttevvâb), Kahire 1995, s. 72-76.

Kudâme b. Ca‘fer, Naḳdü’ş-şiʿr (nşr. Kemâl Mustafa), Kahire 1963, s. 192, 194.

Hâtimî, Ḥilyetü’l-muḥâḍara (nşr. Ca‘fer el-Kettânî), Bağdad 1979, I, 153, 155.

Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ṣ-Ṣınâʿateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984, s. 122-124, 209, 211, 413-415, 422-424, 434-437, 441-442.

, s. 143-155.

İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feṣâḥa, Beyrut 1402/1982, s. 205-208, 219-220.

İbn Münkız, el-Bedîʿ fî naḳdi’ş-şiʿr (nşr. Ahmed Ahmed el-Bedevî – Hâmid Abdülmecîd), Kahire 1386/1966, s. 125.

İbnü’l-Esîr, el-Mes̱elü’s-sâʾir (nşr. Ahmed el-Havfî – Bedevî Tabâne), Kahire 1939, II, 341-383.

Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, Miftâḥu’l-ʿulûm, Kahire 1356/1937, s. 133.

İbn Ebü’l-İsba‘, Taḥrîrü’t-Taḥbîr (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1383/1963, s. 232-248, 253-256, 316-317, 357-362, 387-392, 540-549, 559-562.

Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâḥ fî ʿulûmi’l-belâġa (nşr. M. Abdülmün‘im Hafâcî), Kahire 1400/1980, s. 301-321.

Tîbî, et-Tibyân fî ʿilmi’l-meʿânî ve’l-bedîʿ ve’l-beyân (nşr. Hâdî Atıyye Matar el-Hilâlî), Beyrut 1407/1987, s. 373-386.

Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eṭ-Ṭırâẓü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa (nşr. M. Abdüsselâm Şâhîn), Beyrut 1415/1995, s. 314, 440, 443, 449-455, 462-464, 547, 565-566.

Teftâzânî, Muḫtaṣarü’l-Meʿânî, İstanbul 1307, s. 264-272.

a.mlf., el-Muṭavvel ʿale’t-Telḫîṣ, İstanbul 1309, s. 271-300.

, s. 360-361.

, II, 192-224.

Ebû Zehre, el-Muʿcizetü’l-kübrâ: el-Ḳurʾân, Kahire 1977, s. 305-327.

Hâlid Abdurrahman el-Ak, Uṣûlü’t-tefsîr ve ḳavâʿidüh, Beyrut 1986, s. 272-276.

Câbir Kamîha, Edebü’r-resâʾil fî ṣadri’l-İslâm: ʿahdü’n-nübüvve, Kahire 1406/1986, s. 126-131.

Mahmûd Şâkir Kattân, el-Iṭnâb: envâʿuhû ve ḳıymetühü’l-belâġa, Medine 1988.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1999 yılında İstanbul’da basılan 19. cildinde, 215-219 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

TÜRK EDEBİYATI. Türk edebiyatında ıtnâb bahsi, belâgat kitaplarıyla benzeri teorik eserlerde Arap edebiyatında olduğu gibi hem müsbet hem de menfi olarak iki yönlü ele alınmıştır. Genellikle “sözü gereksiz yere uzatmak, lafı dolaştırmak” biçiminde menfi mânasıyla anlaşıldığı ve ilgisi dolayısıyla çok defa “haşiv” yahut onun zıddı olan “îcâz” ile beraber işlendiği görülmektedir. Ancak anlamı bütün yönleri kapsayacak genişlikte kuvvetle belirtmek için yapılan ve gerekli görülen uzatmalar da ıtnâb konusuyla ilgili bulunmuş, böylece ortaya makbul olan ve makbul olmayan ıtnâb çıkmıştır. M. Kaya Bilgegil bu terimi “söz katma” tabiriyle karşılamıştır. Türkçe belâgat kitaplarında ıtnâbın üçe ayrılarak incelendiği görülmektedir.

1. Itnâb-ı Makbûl. Mânayı açıklığa kavuşturma, pekiştirme, mübalağa ve tasvir amacına yönelik bir fayda elde etmek üzere sözü uzatma ve tekrarlamadır. Câiz görülen bu ıtnâb bir yahut birden fazla unsurla gerçekleştirilebilir. “Onu (gözümle) gördüm, dediğini (kulağımla) işittim” cümlelerinde parantez içinde yer alan kelimeler tekit, Nedîm’in, “Sen kim gelesin meclise bir yer mi bulunmaz / (Baş üzre yerin var) / Gül goncesisin kûşe-i destâr senindir” mısraları arasında paranteze alınmış olanı tafsil, yine onun, “Bir nîm neş’e say bu cihânın bahârını / Bir sâgar-ı keşîdeye tut lâlezârını” beytindeki “bahâr, lâlezâr” kelimeleri umum-husus münasebetiyle tavzih için yapılmış makbul ıtnâba örnektir. Ayrıca “haşv-i melîh” denen ve söze ara söz, ara cümle veya dua kabilinden bir ilâve ile mânasını, tesirini yahut güzelliğini arttırmak maksadıyla yapılan uzatmalar da bu kısma girmektedir. Muallim Nâci’nin, “Allah ki mûcid-i cihândır / Bin türlü nikābdan ıyândır” beytinde haşv-i melîh kabul edilen “mûcid-i cihândır” sözü ıtnâb-ı makbûle de örnek teşkil eder. Tevfik Fikret’in, “Müşfik evlâdın bulur koynunda (her) gün (her) zamân / (Başka) şefkat (başka) kuvvet (başka) ni‘met (başka) cân” beytindeki gibi bir duyguyu veya düşünceyi muhatabın zihnine iyice yerleştiren; Necip Fazıl’ın, “Bu yağmur bu yağmur bu kıldan ince / Nefesten yumuşak yağan bu yağmur” beytinde tekrarlanan “yağmur” kelimesinde olduğu gibi dikkati bir noktaya toplayan, yahut Ziyâ Paşa’nın, “Ey varlığı varı var eden var / Yok yok sana yok demek ne düşvâr” beytindeki sakındırma (ihzâr) ile ve Ali Haydar Bey’in, “Büyüksün ilâhî büyüksün büyük / Büyüklük yanında kalır pek küçük” mısralarındaki heyecana bağlı olan ifadeler bu kısma dahildir. Ayrıca tekdir ve teessürü belirttiği için “tekrîr” adıyla anılan tekrarlarla meydana gelen ıtnâb da makbul sayılmıştır.

2. Itnâb-ı Mümil. “Bıktıran, usandıran uzun söz” demek olan bu tabirle ya manzumede vezin doldurma veya gereksiz yere sözü uzatma, söze lüzumsuz kelime veya cümle katma işi kastedilmiştir. Bazı kitaplarda “ıtnâb-ı muhil” şeklinde de zikredilen bu terim haşiv, haşv-i kabîh yahut tekrar yoluyla meydana gelen bir üslûp zaafına işarettir. Sünbülzâde Vehbî’nin, “Harfgîr olma zerâfet satma / Sözüne kizb ü dürûğu katma” beytinde “yalan” mânasına gelen “kizb” ve “dürûğ” kelimeleri haşv-i kabîh olarak ıtnâb-ı mümille örnek gösterilmiştir. “Tatvîl” olarak da adlandırılan bu durumu ifade için II. Meşrutiyet’ten sonra daha çok “iksâr” (إكثار) kelimesinin kullanıldığı görülmektedir. Böyle konuşan ve yazanlara da “müksir” denilmiştir.

3. Itnâb-ı Ma‘nevî. Belâgat kitaplarında “haşv-i ma‘nevî” şeklinde de yer alan bu ıtnâb türü “ifadede mânanın farklı lafızlarla tekrarı” şeklinde tarif edilmiştir. “(İtaat kıl) sözüme (olma âsî)” mısraı buna örnektir.

Bazan gerekli ve çok defa câiz görülse bile ıtnâbın şair ve edipler arasında pek makbul sayılmadığı Nef‘î’nin, “Duâ ile sözü hatm edelim zîrâ hakîkatte / Sözün gevher olursa yeğdir ıtnâbından îcâzı” beytinden anlaşılmaktadır.


BİBLİYOGRAFYA

Muallim Nâci, Istılâhât-ı Edebiyye, İstanbul 1307, s. 36-56.

Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniyye, İstanbul 1299, s. 116-121.

Mehmed Rifat, “İlm-i Meânî”, Mecâmiu’l-edeb, İstanbul 1308, s. 224-236.

Reşîd [Rey], Nazariyyât-ı Edebiyye, İstanbul 1328, I, 27-34.

, I, 765; II, 106.

Mustafa Nihat Özön, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İstanbul 1954, s. 127.

Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügatı (nşr. Kemal Edib Kürkçüoğlu), İstanbul 1973, s. 50-51, 76.

M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri, İstanbul 1989, s. 118-123.

İskender Pala, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, Ankara 1989, I, 517.

Nusrettin Bolelli, Belâgat: Arap Edebiyatı Bilgi ve Teorileri, İstanbul 1993, s. 72-82.

“İtnâb”, , V, 36.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1999 yılında İstanbul’da basılan 19. cildinde, 219-220 numaralı sayfalarda yer almıştır.