REDDÜ’l-ACÜZ ale’s-SADR

Beyit veya fıkra sonundaki kelimenin aynısının yahut benzerinin başta tekrar edilmesi anlamında terim.

Müellif:

Sözlükte acüz “sözün son tarafı”, sadr ise “baş tarafı” demek olduğundan reddü’l-acüz ale’s-sadr “sözün sonunun başta tekrar edilmesi” mânasına gelir. Bu ifadeyi çoğul sîgası ile reddü’l-a‘câz ale’s-sudûr şeklinde kaydedenler olduğu gibi “geriye ve öne döndürmek” anlamında tasdîr terimini kullananlar da vardır. Hatîb et-Tebrîzî ile Ebû Tâhir el-Bağdâdî bu edebî türü reddü’l-kelâm alâ sadrihî şeklinde isimlendirmişlerdir. Aslında “sözün başındaki bir kelimenin sonunda tekrar edilmesi” mânasında türün reddü’s-sadr ale’l-acüz diye adlandırılması daha mantıklı gibi görünmektedir. Ancak bu sanat beytin sonundaki kafiye, fıkranın sonundaki seci kelimelerini destekleyip pekiştirmek için icra edildiğinden sondaki kelime asıl, öndeki ise onun fer‘i konumundadır ve isimlendirme bu bakış açısına dayanmaktadır.

Reddü’l-acüz ale’s-sadr lafza güzellik katan edebî sanatlardan (muhassinât-ı lafzıyye) biri olarak değerlendirilmiştir. Ziyâeddin İbnü’l-Esîr reddü’l-acüzü cinasın bir türü sayarken (el-Mes̱elü’s-sâʾir, I, 251) Sekkâkî, İbnü’n-Nâzım, Kazvînî ve Telḫîṣ şârihleriyle onları izleyenler lafzî sanatlar içinde ayrı bir tür kabul etmişlerdir (Miftâḥu’l-ʿulûm, s. 203; el-Miṣbâḥ, s. 77; el-Îżâḥ, s. 543; Şürûḥu’t-Telḫîṣ, IV, 433). Sözün sonunun önü ile irtibatlı olması, önü söylenince sonunun nasıl geleceğinin anlaşılır bir özellik taşıması beliğ kelâmın gereğidir. Şairler ve edipler sözlerinin baş kısmının sonuna delâlet etmesiyle övünür. Ayrıca bir beyit veya fıkra içinde tekrarlanan öğeler söze lafzî bir güzellik kattığı gibi anlamını da pekiştirerek daha iyi yerleşmesini sağlar (İbn Reşîḳ el-Kayrevânî, II, 3; Besyûnî, s. 185).

Reddü’l-acüzde tekrarlanan iki kelime lafız ve anlamca aynı, lafızca aynı, anlamca farklı oluş biçiminde cinas ilgisi, cinasa mülhak olarak iştikak münasebeti -ki bu durumda aynı kökten türemiş farklı kelime kategorisine girer- ve aralarında iştikaka benzer bir ilgi bulunmak suretiyle dört değişik formda gelir. Sözün baş tarafında tekrarlanan kelime de beytin ilk mısraının baş (sadr), orta (haşv) ve sonu ile (acüz) ikinci mısraın başında olmak üzere dört konumda bulunabilir. Bu şekilde reddü’l-acüzün on altı türü ortaya çıkar. Belâgat kitaplarında bu türlerin her birine ait şiir örnekleri sıralanmıştır (Şürûḥu’t-Telḫîṣ, IV, 433; Besyûnî, s. 181-185). Burada iki kelimenin aynı, cinaslı, iştikak ve şibhü’l-iştikāk ilgili olan türlerine birer örnek vermekle yetinilecektir.

سريعٌ إلى ابن العمّ يَلطِم وجهَه / وليس إلى داعي النّدَى بسريع (Amcazadesini tokatlamakta serî / Halbuki yardım isteyene hiç de değil serî [Ükayşir el-Esedî]). Beytin sonunda ve ilk mısraının başında tekrarlanan ”سريع“ kelimeleri lafız ve anlamca aynıdır.

زُرت الدّيار عن الأحبّة سائلًا / ورجَعتُ ذا أسف ودمع سائل (Ziyaret ettim diyarı yâranı sora sora / Geri döndüm üzüntüler ve akan göz yaşlarımla [Buhtürî]). Beytin sonundaki سائل “akan”, birinci mısraın sonundaki سائل “soran” anlamında olarak aralarında sadece lafızca benzerlik bulunan bir cinas teşkil ederler.

إذا المرء لم يَخْزُن عليه لسانَه / فليس على شَيْءٍ سواه بخزّان (Kişi kendi dilinin değilse muhafızı / Başka hiçbir şeyin olamaz muhafızı [İmruülkays]). Beytin sonundaki ”خزّان“ ile birinci mısraın ortasındaki ”يخْزُنْ“ kelimeleri “ḫzn” kökünden türemeleriyle aralarında iştikak ilgisi vardır.

تَخْمُد الحرب حين تَغْمِد بأسًا / وتسيل الدّماء حين تَسُلّ (Söner savaş kılıcını kınına sokarsan / Akar kanlar kılıcını kınından çekersen [Ali b. Muhammed et-Tihâmî]). Beytin sonundaki ”تسلّ“ ile ikinci mısraın başındaki ”تسيل“ arasında görünüşte iştikaka benzer bir ilgi bulunmakla birlikte gerçekte aynı kökten türememişlerdir (sll, syl).

Nesirde reddü’l-acüz sanatı fıkranın sonundaki kelimenin aynısının, cinas eşinin, iştikak veya şibhü’l-iştikāk ilgilisinin fıkranın başında tekrar edilmesi suretiyle dört nevide gerçekleşir:

1. Aynı: وَتَخْشَى النَّاسَ وَاللهُ أَحَقُّ أَنْ تَخْشَاهُ (el-Ahzâb 33/37)
2. Cinastaş: سائل اللّئيمِ يَرجع ودمعُه سائل
3. İştikak ilgili: اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ إِنَّهُ كَانَ غَفَّارًا (Nûh 71/10)
4. Şibhü’l-iştikāk ilgili: قَالَ إِنِّي لِعَمَلِكُمْ مِنَ الْقَالِينَ (eş-Şuarâ 26/168), “ḳāle”nin türediği kök “ḳvl”, “ḳālîn”inki ise “ḳly”dir.

Yahyâ el-Alevî reddü’l-acüz için nesir ve şiir ayırımı yapmaksızın on nevi tesbit etmiştir. Bu neviler, iki kelime arasındaki lafız-anlam ilişkisiyle iştikak ilgisine ve ilk kelimenin beytin muhtelif yerlerine getirilmesine göre belirlenmiş olup eserinde şibhü’l-iştikāk ilgisiyle buna ait türlerden söz edilmemiştir (eṭ-Ṭırâẓü’l-müteżammin, s. 390-393, 563-564).

Reddü’l-acüzün irsâd, terdîd ve tevşîh ile ilgisi bulunmakla birlikte onlardan farklıdır. İrsâd ve tasdîrin her ikisinde de önceki bir kelime sondakine delâlet etmektedir; ancak tasdîrde iki kelime arasında aynîlik, cinas, iştikak ve şibh-i iştikak ilgisi bulunurken irsâd, bunların yanı sıra başka şekillerde de gerçekleşmesiyle ondan daha kapsamlıdır. Tasdîr, önde tekrar edilen beyit sonu kelimesine (kafiye) özgü iken terdîdde iki kelime beytin ortalarında gelir (İbn Reşîḳ el-Kayrevânî, II, 3). Tevşîh ve tasdîrin her ikisinde de ön sona delâlet eder, ancak tasdîrde delâlet lafzî, tevşîhte ise mânevîdir (İbn Ebü’l-İsba‘, Taḥrîrü’t-Taḥbîr, s. 231).

Reddü’l-acüz eskiden beri bilinen bir sanattır. Câhiz, Hint belâgatına dair eṣ-Ṣaḥîfetü’l-Hindiyye’sinde bu belâgata göre “sözün başının sonda zikredilmesi” (el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 93) ve İbnü’l-Mukaffa‘ın, “sözün başının sonuna delâlet etmesi gerektiği” şeklindeki sözlerini naklettiği gibi (a.g.e., I, 116) kendisi de, “Fürû usulüne râci olur, sözlerin acüzleri ise sadrlarına lâhiḳ olur” ifadesiyle (Kitâbü’l-Ḳıyân, II, 146) bu sanattan söz etmiş, fakat bu konuda herhangi bir isim ve bölüm tesbitine gitmemiştir. İbnü’l-Mu‘tezz’in bedî‘ ilmi için belirlediği beş temel fenden biri reddü’l-acüz olup onun için ilk kelimenin birinci mısraın başında veya sonunda ya da ikinci mısraın başında olmasına göre üç türünden bahsetmiştir (el-Bedîʿ, s. 47). Bu türlerden birincisine “tasdîrü’t-takfiye”, ikincisine “tasdîrü’t-tarafeyn”, üçüncüsüne “tasdîrü’l-haşv” adını veren İbn Ebü’l-İsba‘ el-Mısrî, bu üç türe iki kelimesi arasında olumluluk veya olumsuzluk ilgisi bulunan, önceki söze itiraz eden yahut ondan vazgeçmeyi (idrâb) ifade eden dördüncü bir nevi eklemiştir. Ebû Atâ Eflah (Merzûk) es-Sindî, Vâsıt’ta katledilen Emevî Irak genel valisi Ebû Hâlid İbn Hübeyre için yazdığı mersiyede şöyle demektedir: فإنّك لم تبعد على متعَهَّدٍ / بلَى فكلّ من تحت التراب بعيد (Şüphesiz ki sen -evinin avlusunda defnedildiğin için vefatınla- uzaklaşmış olmadın, hayatındaki mûtat âdetin üzre / Şu da bir gerçek ki toprak altındaki herkes uzaklara gitmiş sayılır; A‘lem eş-Şentemerî, I, 482).

BİBLİYOGRAFYA
Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1367/1948, I, 93, 116; a.mlf., Kitâbü’l-Ḳıyân (Resâʾilü’l-Câḥiẓ içinde, nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1384/1964, II, 146; İbnü’l-Mu‘tez, el-Bedîʿ (nşr. I. J. Kračkovskij), London 1935, s. 47; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ṣ-Ṣınâʿateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984, s. 429-433; İbn Reşîḳ el-Kayrevânî, el-ʿUmde (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1374/1955, II, 3-5; A‘lem eş-Şentemerî, Şerḥu Ḥamâseti Ebî Temmâm (nşr. Ali el-Mufaddal Hammûdân), Beyrut 1413/1992, I, 482; Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, Miftâḥu’l-ʿulûm, Kahire 1356/1937, s. 203; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Mes̱elü’s-sâʾir (nşr. Ahmed el-Havfî – Bedevî Tabâne), Kahire 1358/1939, I, 251; İbn Ebü’l-İsba‘, Taḥrîrü’t-Taḥbîr (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1383/1963, s. 116-118, 231; a.mlf., Bedîʿu’l-Ḳurʾân (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1392/1972, s. 36-37; İbnü’n-Nâzım, el-Miṣbâḥ fî ʿilmi’l-meʿânî ve’l-beyân ve’l-bedîʿ, Kahire 1341, s. 77; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâḥ (nşr. M. Abdülmün‘im Hafâcî), Kahire 1400/1980, s. 543-547; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eṭ-Ṭırâzü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa (nşr. M. Abdüsselâm Şâhin), Beyrut 1415/1995, s. 390-393, 563-564; Şürûḥu’t-Telḫîṣ, Kahire 1937, IV, 433; Teftâzânî, el-Muṭavvel, İstanbul 1330, s. 449; Besyûnî Abdülfettâh Besyûnî, ʿİlmü’l-bedîʿ, Kahire 1408/1987, s. 181-185.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2007 yılında İstanbul’da basılan 34. cildinde, 521-522 numaralı sayfalarda yer almıştır.