SIFÂTİYYE

İlâhî sıfatların Allah’a nisbetini benimseyenlere verilen ad.

Müellif:

“İlâhî sıfatların Allah’a nisbet edilmesini benimseyenler” anlamındaki sıfâtiyye mensuplarına ehl-i isbât, ehl-i müsbite de denir. Bunlar ilâhî sıfatları zât-ı bârî ile kāim, hakiki ve vücûdî olarak kabul ederler. Birçok konuda farklı görüşleri bulunmakla birlikte sıfatları Allah’a nisbet etmede ortak oldukları için Ehl-i sünnet’in yanı sıra Hişâmiyye, Kerrâmiyye, Müşebbihe ve Mücessime de Sıfâtiyye diye anılır. Buna karşılık Allah’ın zâtından başka sıfatlarının bulunmadığını, O’nun sıfatlarının zâtının aynı olduğunu ve zâtına taalluk ettiğini ileri sürenlere, sıfatları reddettikleri için nüfât, işlevsiz hale getirdikleri için de muattıla adı verilir. Birçok konuda farklı düşünmelerine rağmen sıfatları reddetme veya bir anlamda etkisiz hale getirme hususunda birleştiklerinden Cehmiyye, Mu‘tezile ve felâsife nüfât/muattıla içinde sayılmıştır. Akaidde akla önem vermeyen Sıfâtiyye Allah’ın zâtî, fiilî ve haberî sıfatlarını te’vile tâbi tutmadan naslarda yer aldığı gibi benimser, zâhirlerine inanır, iç yüzlerinin anlaşılmasını Allah’a havale eder. Onların bu husustaki genel prensibi “aslını kabul, vasfını terk”tir.

Şehristânî, İslâm fırkalarının sayısını tesbit ederken esas alınacak kuralların belirlenmesine ayırdığı el-Milel ve’n-nihal’in ikinci mukaddimesinde ilk kural olarak ilâhî sıfatları ve Allah’ın birliğini saymakta, ana fırkaları Kaderiyye, Sıfâtiyye, Havâric ve Şîa olarak dört gruba ayırmakta, Sıfâtiyye içinde Eş‘ariyye, Müşebbihe ve Kerrâmiyye’ye yer vermektedir. İbn Hazm ise ana fırkaları Ehl-i sünnet, Mu‘tezile, Mürcie, Şîa ve Havâric şeklinde beş gruba ayırmıştır. İbn Hazm’ın Ehl-i sünnet’i ile Şehristânî’nin Sıfâtiyye’si karşılaştırıldığında bunların ilâhî sıfatlar konusunda birbirine yakın görüşlere sahip oldukları anlaşılır. Ehl-i sünnet’i sekiz gruba ayıran Abdülkāhir el-Bağdâdî de ilk gruba Sıfâtiyye’yi yerleştirir, bunların teşbih ve ta‘tîl anlayışından, ayrıca Râfizîler, Hâricîler, Cehmiyye, Neccâriyye gibi ehl-i bid‘at ve ehl-i dalâlet fırkalarından uzak olduklarını söyler (Mezhepler Arasındaki Farklar, s. 246). Yetmiş üç fırkadan kurtuluşa erenlerin Peygamber’in ve ashabın yolundan giden kimseler olduğunu, bugün o yolda Râfıza, Kaderiyye, Havâric, Cehmiyye, Neccâriyye, Müşebbihe, gulât ve Hulûliyye değil, ümmetin fakihlerini ve Sıfâtiyye kelâmcılarını teşkil eden Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in yürüdüğünü kaydeder (a.g.e., s. 249).

Selefiyye, Allah’ın sübûtî sıfatları ile haberî sıfatlarının varlığını irdelemeksizin kabul etmiş, ilâhî fiillerin delâlet ettiği sıfatlar ve naslarda yer alan isimlerle yetinmiştir. Sonraki dönemlerde ortaya çıkan bazı gruplar, Selef’in benimsediğine ilâve olarak naslarda yer alan lafızların zâhirî mânalarıyla anlaşılmasının gerektiğini ileri sürüp teşbihe yönelmiş, bu hususta aşırıya giderek yaratılmışların sıfatlarını Allah’a nisbet etmiş, Bâtıniyye örneğinde olduğu gibi bazı imamların özelliklerini Allah’ın sıfatlarına benzetme yoluna girmiştir. Selef’in inancına ters düşen bu yaklaşıma Tevrat’ta işaret edilen epeyce örnek bulunmakta ve Karâî yahudileri de böyle düşünmektedir. Sıfâtiyye ise müteşâbih naslarda geçen sıfatları te’vil edenler ve etmeyenler olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Te’vile teşebbüs etmeyen, teşbihe de yönelmeyen Selef âlimleri içinde Süfyân es-Sevrî, Mâlik b. Enes, Ahmed b. Hanbel, Dâvûd ez-Zâhirî ve onlara tâbi olanlar bu gruptandır. Kādî Abdülcebbâr, Allah’ın ilâhî sıfatlara sahip oluşunun Sıfâtiyye’den Süleyman b. Cerîr ve diğer bazılarına göre vücûd, adem, hudûs ve kıdemle nitelenemeyen mânalar; Hişâm b. Hakem’e göre muhdes mânalar; Küllâbiyye’ye göre ise kadîm (ezelî) mânalar şeklinde olduğunu kaydeder (Şerḥu’l-Uṣûli’l-ḫamse, s. 183). Abdullah b. Saîd el-Küllâb, Ebü’l-Abbas el-Kalânisî ve Hâris el-Muhâsibî gibi âlimlerin zamanına gelindiğinde bunlar Selef’e mensup bulunmalarına rağmen kelâm ilmiyle kısmen ilgilenmiş ve Selef akaidini kelâm delilleriyle desteklemiştir. Bu durum Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî ile hocası Ebû Ali el-Cübbâî arasında fikir ayrılığının ortaya çıkmasına sebep teşkil etmiş ve Eş‘arî’nin Mu‘tezile’den ayrılıp Selefiyye’den kelâm delillerine temayül gösteren gruba katılması sonucunu doğurmuştur. Aynı dönemde, hatta bu gelişmelerden önce Mâverâünnehir’de ilmî faaliyetlerini sürdüren Ebû Mansûr el-Mâtürîdî iki aşırı ucu temsil eden teşbih ve ta‘tîlden uzak, hem nakle hem akla önem veren Sünnî ilm-i kelâmını ortaya koymuştu. Bunun en önemli kanıtı onun kaleme aldığı, Ehl-i sünnet kelâmının ilk eserini oluşturan Kitâbü’t-Tevḥîd ve Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân adlı eserleridir.

Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye’den oluşan Ehl-i sünnet kelâmcıları âlemde görülen fevkalâde düzen ve âhengi yaratıp idare eden Allah’ın âlim, kādir, mürîd olmasının yanında ilim, kudret ve iradesinin de bulunmasının gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü dünyada âlimin ilmi, kādirin kudreti ve mürîdin iradesi olduğu gibi gayb âleminde de âlimin ilmi, kādirin kudreti ve mürîdin iradesi vardır. Kaderiyye veya daha belirgin adıyla Mu‘tezile kelâmcıları, Allah’a nisbet edilen sıfatların kelime kuruluşu bakımından da -müstakil mâna değil- sıfat kalıbında olması gerektiğini ileri sürer. Bu anlayışa göre “Allah âlimdir, kādirdir, mürîddir” denmeli, “Allah’ın ilmi, kudreti ve iradesi” şeklinde bir ifade kullanılmamalıdır. Çünkü bu ikinci ifadede ilim, kudret ve irade müstakil birer mâna konumunda tutulmuştur. Bunlar ilâhî sıfat oldukları için kadîmdir. Bu durumda kadîmlerin çoğalması (taaddüd-i kudemâ) sakıncası doğmaktadır. Halbuki âlim, kādir, mürîd kelimeleri sıfat olduğundan sıfat-mevsuf birbirinden ayrılmayacağı için herhangi bir taaddüd hâsıl olmaz. Aslında konuya sistematik açıdan bakış yapıldığında iki görüş arasında önemli bir farkın bulunmadığı görülür.

Sıfâtiyye, Mu‘tezile’nin mâna sıfatlarını kabul etmeyen tavrına karşılık Selefiyye ile ashâbü’l-hadîs arasından ortaya çıkmış ve özellikle müteşâbih âyetlerin anlaşılması konusunda benimsenen muhafazakâr tutumdan doğmuş bir harekettir. Bu hareket Ahmed b. Hanbel, Dâvûd ez-Zâhirî, Mâlik b. Enes ve Mukātil b. Süleyman gibi hadis ehlinin metodunu benimsemiştir. Bunlar Kitap ve Sünnet’te yer alan beyanlara aynen inandıklarını belirtiyor, Cenâb-ı Hakk’ın yarattıklarından hiçbirine benzemediğini, O’nun var olan her şeyin hâlikı ve takdir edicisi olduğunu kesinlikle bildikten sonra hiçbir şekilde te’vile yönelmediklerini söylüyordu. Teşbihten kaçınan bu âlimler, “İki elimle yarattım” meâlindeki âyeti (Sâd 38/75) okuyan kimse okuyuş anında elini kıpırdatır veya, “Müminin kalbi rahmânın parmaklarından ikisinin arasındadır” hadisini okurken (Müsned, II, 173) parmaklarıyla işarette bulunursa elinin veya parmaklarının kesilmesinin gerektiğine hükmediyordu. Onların kanaatine göre bu tür naslar tefsir veya te’vile tâbi tutulmamalıdır, esasen Âl-i İmrân sûresindeki âyet (3/7) bunu menetmektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki bu alanda yapılan te’viller kesin değil zannîdir, Allah’ın sıfatları hakkında zannî delile dayanarak fikir ileri sürmek ise câiz değildir. Bu konuda ilimde derinleşmiş olanların dediği gibi, “Hepsi rabbimizin katındandır” demekle yetinilmelidir. Sıfâtiyye mensuplarının bir kısmı ise aşırı ihtiyat dolayısıyla yed (el), vech (yüz) ve istivâ (arş üzerine oturma) gibi müteşâbihlerin başka bir dile tercüme edilmesini bile doğru bulmamıştır.

Gulât-ı Şîa’dan Hişâm b. Hakem ve Hişâm b. Sâlim el-Cevâlîkī, ayrıca ashâbü’l-hadîsin haşviyyesinden Mudâr, Kehmes ve Ahmed el-Hüceymî gibi şahsiyetler Allah’ın cismanî ve ruhanî sûretleri olduğunu iddia etmiştir. Dâvûd el-Cevâribî, “Bana tenâsül uzvu ve sakal dışında Allah hakkında her şeyi sorabilirsiniz” demiştir. Bunlar Allah’ın el, ayak, baş, dil, göz ve kulak gibi organlarının bulunduğunu, ancak diğer cisimlere benzemediğini söylemiş, Kur’an’da yer alan istivâ, vech, yed, fevk gibi kavramları zâhirine göre anlamaya yönelmiş, “Allah Âdem’i rahmânın sûretinde yarattı” (Buhârî, “İstiʾẕân”, 1; Müslim, “Birr”, 115); “Müminin kalbi rahmânın iki parmağı arasındadır” (Müsned, II, 173) gibi haberlerde ortaya çıkan mânaları benimsemiştir. Hatta bunlar Kur’an’ın yazıldığı harflerin ve okunuşundaki seslerin de kadîm ve ezelî olduğunu ileri sürmüşlerdir (Şehristânî, s. 107-109). Şehristânî, Kerrâmiyye’yi de Sıfâtiyye içinde saydığını kaydederek bunların daha sonra tecsîm ve teşbîhe düştüklerini belirtir (a.g.e., s. 111-117). Sonuç olarak sayıları çok az olan Gāliyye ve Bâtıniyye gibi gruplar dışında Cehmiyye, Mu‘tezile, Mâtürîdiyye, Eş‘ariyye ve Hanâbile gibi İslâm mezheplerinin büyük çoğunluğu Allah’ın kemal sıfatları ile muttasıf olduğunu, özellikle Kur’an’da yer alan şekliyle ilâhî isimleri ve sıfatları kabul ettiklerini söylemişlerdir. Farklılık ise müteşâbih lafızları yorumlamaktan (te’vil) veya zât-sıfat ilişkisini temellendirmeden kaynaklanmıştır. Buna göre Sıfâtiyye, Allah’ın sıfatlarını ispat eden ve genel İslâm toplumunun görüşünü yansıtan çok geniş bir gruptur.

BİBLİYOGRAFYA :

Müsned, II, 173; V, 243; Kādî Abdülcebbâr, Şerḥu’l-Uṣûli’l-ḫamse, s. 183; Abdülkāhir el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar (trc. Ethem Ruhi Fığlalı), Ankara 1991, s. 246, 249; Ebû Nuaym, Ḥilye, VIII, 264; İbn Hazm, el-Faṣl, II, 111; Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal (trc. Mustafa Öz), İstanbul 2005, s. 24, 25, 95-117; İrfan Abdülhamîd, Dirâsât fi’l-fıraḳ ve’l-ʿaḳāʾidi’l-İslâmiyye, Beyrut 1404/1984, s. 225-235; Bekir Topaloğlu – İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, İstanbul 2010, s. 280-281; Mustafa Öz, Mezhepler Tarihi ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 2012, s. 486-488.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2019 yılında Ankara’da basılan (gözden geçirilmiş 3. basım) EK-2. cildinde, 503-505 numaralı sayfalarda yer almıştır.