TELVÎN

Hakk’ın tecellîlerinin farklılaşması ile kulun halinin devamlı değişmesi anlamında bir tasavvuf terimi.

Müellif:

Sözlükte “renklenmek, boyanmak” anlamındaki telvîn ile “yerleşmek, karar kılmak, sabit olmak” anlamındaki temkîn tasavvuf literatüründe fenâ-bekā, sekr-sahv, cem‘-fark gibi karşıt terimler olarak kullanılmıştır. Telvîn ve temkin bazı eserlerde televvün-temekkün diye geçer. Serrâc’ın, “Telvîn kulun hallerinde değişiklik göstermesidir” şeklindeki tanımı (el-Lüma‘, s. 357) sûfîlerce kabul görmüştür. Kuşeyrî’ye göre telvîn sâlikin halinin farklı sûretler kazanması, bir halden daha yüksek veya düşük bir hale bürünmesi, bir sıfattan başka bir sıfata intikal etmesidir. Sâlik Hakk’a vuslatı gerçekleştirince temkin sahibi olur. Vuslatın alâmeti sâlikin kendinden tamamen geçmesi, beşerî ve nefsânî kayıtlardan kurtulmasıdır. Bu hal kulda devamlı olursa o kişiye “mütemekkin” denilir. Buna göre telvînden sonraki temkin hali cem’den sonra fark, sekrden sonra sahv, fenâdan sonra bekā hali gibidir. Telvîn hal sahiplerinin, temkin hakikat ehlinin sıfatıdır. Kul sülûk yolunda bulunduğu müddetçe telvîn ehlidir (mütelevvin, mülevven). Kuşeyrî, şeyhi Ebû Ali ed-Dekkāk’tan rivayetle Hz. Mûsâ’nın telvîn ehli olduğunu, Tûr dağında Allah’ın kelâmını işittiğinde halinin değiştiğini ve yüzünü bir nikābla örtme ihtiyacı duyduğunu, Hz. Peygamber’in ise temkin ehli olup mi‘racda temaşa ettiklerinden etkilenmediğini, Hz. Yûsuf’u gören Züleyha’nın diğer kadınların aksine temkin makamında bulunduğunu söyler (Risâle, s. 211-213). Cüneyd-i Bağdâdî’ye, “Daha önceleri ilâhileri dinlediğinde coşardın, şimdi ise sâkinsin, yerinde duruyorsun” denildiğinde onun, “Şu dağlara bakıyor ve onları hareketsiz sanıyorsun, halbuki onlar bulutlar gibi geçip gitmektedir” meâlindeki âyetle (en-Neml 27/88) cevap vermesi telvînden sonra temkin mertebesine erdiği şeklinde yorumlanmıştır. Hallâc-ı Mansûr’un bu iki terime temas eden ilk sûfîler arasında yer aldığı kaydedilir.

Temkin halinin devamı konusunda sûfîler iki görüş beyan etmiştir. Bu halin devamının mümkün olmadığını söyleyenler Hz. Peygamber’in ashabına, “Benim yanımda bulunduğunuz hal üzerinde kalsaydınız melekler size gelir ve elinizi sıkardı” demesini (Müslim, “Tevbe”, 3) delil göstermişlerdir. Temkin halinin devamının mümkün olduğunu savunanlar ise hakikat ehlinin hallerle (tavârik) değişme vasfını aştığını, daha yüksek makamlara ulaştığını belirtirler. Hücvîrî Hakk’a giden yolu makam, hal ve temkin şeklinde üç kısma ayırır. Makam telvîn ile temkin arasında bulunur. “Mânevî yoldaki menzil” anlamına gelen makamın ötesine geçmek mümkün iken temkinin ötesine geçmek imkânsızdır. Zira temkin son mertebe olup ilâhî huzurda karar kılmaktır. Makamlar telvîne sebep yahut vesile olur. Hz. Mûsâ’ya, “Nalınlarını çıkar ve asâyı at” buyurulması (Tâhâ 20/12), “menzil ve makamları geçerek temkine ulaşınca senin için telvînin sebepleri ortadan kalkar” demektir. Velâyetin başlangıcı talepte bulunmak, ortası sülûk makamlarının gerektirdiği hallerle hallenmek (telvîn), sonu ise ilâhî huzurda sâbitkadem olmaktır (temkin).

Ebû Hafs Şehâbeddin es-Sühreverdî telvîn ehlini üç gruba ayırır. Sûfînin telvîni kalbini bulmakla, mutasavvıfın telvîni kalp mertebesinden nefis mertebesine inip nefsini görmekle gerçekleşir. Sûfî ve mutasavvıflara benzemeye çalışanların (müteşebbih) telvîni yoktur. Çünkü telvîn hal sahiplerine ait bir özelliktir (Avârif, s. 85-86). Sühreverdî kalp ehli sûfîlerin telvîninin sıfat tecellîlerinin sonucunda ortaya çıktığını, bu sûfîlere peygamberlerin mânevî kemallerinin zuhur etmediğini söyler. Kalp perdelerini yırtıp ruhlarını Hakk’ın zâtî nuruna kavuşturan temkin ehli ise zât tecellîlerine mazhar kılınır ve kurbiyet makamına ulaşır. Hakk’ın zâtında bir değişme olmadığından onlar için telvîn ortadan kalkmıştır. Telvîn sadece nefiste ve tezkiye edilen kalpte meydana gelir, ruh için telvîn söz konusu değildir. Hâce Abdullah-ı Herevî’ye göre müridin temkini sülûkteki kastının doğruluğu, sâlikin temkini mâsivâdan alâkanın kesilmesi, ârifin temkini varlık nuruna mazhar olarak talep edilen bütün mertebelerin üzerinde bulunmasıdır (Menâzilü’s-sâirîn, s. 133).

Serrâc, Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Abdürrezzâk el-Kâşânî gibi sûfîler telvînin temkinden üstün bir hal sayıldığını söylemişlerdir. Serrâc, sûfîlerden bir grubun telvîni “halin değişmesi” değil “hakikatin alâmeti” şeklinde tarif ettiğini söyler (el-Lüma‘, s. 357). İbnü’l-Arabî, sûfîlerin çoğunluğuna göre eksik bir hal kabul edilen telvîni sahibinin muhakkik ve kâmil olma makamına ulaştığının alâmeti sayar. Ona göre telvîn makamı asıl ve üstündür. Çünkü bu mertebedeki kul, “O her gün bir şe’ndedir” âyetinde ifade edildiği üzere (er-Rahmân 55/29) Allah’ın sıfat tecellîlerine tecelligâh olur. Bu sebeple telvîn ilâhî bir sıfattır ve kemale işaret eder. Hakk’ın sıfat tecellîleri dâimî ve sonsuz olduğuna göre insanın bu tecellîlere mazhar kılınması da aynı şekilde sonsuzdur. Sâlik telvînindeki istikrarı ölçüsünde kemal sahibidir. Buna “temkinde telvîn” denir ki temkin de esasen budur. Çünkü temkini olmayan kimsede telvîn meydana gelmez. İbnü’l-Arabî telvînin ilâhî genişliğin delili, varlıkta bir şeyin tekrarlanmamasının ilâhî genişliğin bir gereği olduğunu bilen kimsenin varlık âleminde telvînden başka bir şey göremeyeceğini belirtir. Zira Hakk’ın “bir” olan varlığı ilâhî genişlikten ötürü mertebelerde farklı farklı tecelli ederek çoğaldığından telvînde temkin ehli sürekli biçimde çoklukta birliği, birlikte çokluğu gören kimsedir (Fütûhât-ı Mekkiyye, IX, 249-252). Abdülkerîm el-Cîlî telvînde temkin ehlinin melâmetîler olduğunu, onların bütün işlerinde Hakk’ı vekil edindiklerini, kulluk ölçüsüne göre hareket ettiklerini, âhiret için olanı dünyada gizlediklerini söyler. Kâşânî’ye göre telvîn ve temkin zâhirî, bâtınî ve cem‘î tecellîlerin mertebelerinden ibarettir. Necmeddîn-i Dâye telvîni setr, temkini tecellî haliyle açıklamıştır.

BİBLİYOGRAFYA
Serrâc, el-Lüma‘: İslâm Tasavvufu (trc. H. Kâmil Yılmaz), İstanbul 1996, s. 357; Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, Tasavvufun Ana İlkeleri: Sülemî’nin Risaleleri (nşr. ve trc. Süleyman Ateş), Ankara 1401/1981, tercüme, s. 131; Kuşeyrî, Risâle (Uludağ), s. 211-213; Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb (Uludağ), s. 521-523; Hâce Abdullah el-Herevî, Menâzilü’s-sâirîn: Tasavvufta Yüz Basamak (trc. Abdurrezzak Tek), Bursa 2008, s. 133; Baklî, Meşrebü’l-ervâh (nşr. Nazif M. Hoca), İstanbul 1974, s. 147-148; Sühreverdî, Avârif, s. 85-86; Abdürrezzâk el-Kâşânî, Leṭâʾifü’l-iʿlâm (nşr. Mecîd Hâdîzâde), Tahran 1379/2000, s. 181-184; İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye (trc. Ekrem Demirli), İstanbul 2008, IX, 249-252; İsmâil Rusûhî Ankaravî, Nisâbü’l-Mevlevî (trc. Tâhirülmevlevî, haz. Yakup Şafak – İbrahim Kunt), Konya 2005, s. 243-244; Seyyid Mustafa Râsim Efendi, Tasavvuf Sözlüğü: Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil (nşr. İhsan Kara), İstanbul 2008, s. 336-338; Refîk el-Acem, Mevsûʿatü muṣṭalaḥâti’t-taṣavvufi’l-İslâmî, Beyrut 1999, s. 199-201; Süleyman Uludağ, Tasavvufun Dili, İstanbul 2007, II, 47-55; M. Cevâd Şems, “Telvîn ve Temkîn”, Dânişnâme-i Cihân-ı İslâm, Tahran 1383/2004, VIII, 138-141.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2011 yılında İstanbul’da basılan 40. cildinde, 409-410 numaralı sayfalarda yer almıştır.