HİDÂYET

Dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacak yolu gösterme anlamında bir terim.

Müellif:

Hidâyet (hüdâ, hedy) “doğru yola girmek, doğru yolu göstermek” mânasında masdar, “doğru yol, kılavuzluk” anlamında isim olarak kullanılır ve “amaca ulaştıracak yolu gösterme, bu yol için kılavuzluk etme” diye de tanımlanabilir (, “hdy” md.; Ebü’l-Bekā, s. 952-953).

Kur’ân-ı Kerîm’de hidâyet kelimesi yer almamakla birlikte hüdâ seksen beş yerde geçmektedir. Bu kavram Kur’an’da, çeşitli fiil sîgalarının yanı sıra hâdî, hüdâ, mühtedî isimleriyle birlikte 300’den fazla yerde tekrarlanmakta ve büyük çoğunlukla Allah’a izâfe edilmektedir. Bunun yanında mutlak mânada ilâhî vahye, başta Kur’an olmak üzere ismen semâvî kitaplara, meleklere, yine genel anlamda peygamberlere ve ismen Hz. Muhammed’den başka Hz. İbrâhim’e, Dâvûd’a, Mûsâ’ya ve peygamberlerin ümmetlerine de nisbet edilmektedir. Bazı âyetlerde herhangi bir merci gösterilmeden zikredilen hidâyetin ise Allah’a izâfe edildiği anlaşılmaktadır (bk. , “hdy” md.). Hidâyet bir âyette Kâbe’ye nisbet edilmekte (Âl-i İmrân 3/96), bazı âyetlerde de ilâhî tâlimata uymadıkları için helâk edilmiş eski milletlerin oluşturduğu sosyolojik realiteye izâfe edilmekte ve bundan ibret alınmasının gereği vurgulanmaktadır (el-A‘râf 7/100; Tâhâ 20/128; es-Secde 32/26). “Hidâyete erme, hak ve doğru olanı benimseme” mânasına gelen ihtidâ kelimesi Kur’an’da altmış yerde geçmektedir (bk. İHTİDÂ). Bu âyetlerin muhtevasından anlaşılacağı üzere hidâyetin benimsenmesine vesile olan âmillerin başında kişinin iradesi ve kararlılığı gelmektedir. Bunlardan başka ilâhî hidâyet, vahye ve peygambere bağlılık da gerçeği görüp benimseme vesileleri arasında zikredilmiştir. Söz konusu âyetler, hidâyetin zıddı olan dalâlete düşmenin sebeplerine de işaret etmekte ve bunlar arasında ilâhî Iutuftan mahrum kalma, şahsî tutum, ataların dinine ve geleneklere körü körüne bağlılık, gaflet, nifak, şeytanın tahrikleri ve Allah’a kavuşma günü olan âhireti düşünmeme faktörlerine dikkat çekilmektedir (bk. , “hdy” md.). Kur’ân-ı Kerîm’de hidâyet mânasında olmak üzere rüşd ve reşâd, felâh, necat, iman, sırat ve sebil kelimeleri de kullanılmaktadır (bk. a.g.e., ilgili md.ler).

Kur’an lugatıyla meşgul olan âlimler, Kur’ân-ı Kerîm’de seksen beş yerde geçen hüdâ kelimesinin hangi mânalara gelebileceği üzerinde durmuşlardır. İbn Kuteybe, kelimenin temel anlamının “yol gösterme, kılavuzluk etme” olduğunu belirttikten sonra bu yol göstericiliğe (irşad) peygamberlerin davetini, Allah’ın canlılara verdiği hayatı sürdürme yeteneğini ve yine Allah’ın dilediğine lutfettiği başarıyı örnek olarak zikretmiş (Teʾvîlü müşkili’l-Ḳurʾân, s. 443-444), İbnü’l-Cevzî ise hüdânın mânalarını yirmi dörde kadar çıkarmıştır (Nüzhetü’l-aʿyün, s. 626-630). Râgıb el-İsfahânî hidâyeti “lutufla kılavuzluk etme”, yani ilk bakışta farkedilmeyen yollarla bütün yaratıklara ve özellikle ilâhî emirlere muhatap olan insana yol gösterme şeklinde tanımlamış ve Kur’an’da yer alan bütün hidâyet kavramlarını içinde bulundukları âyetlerin genel kompozisyonu çerçevesinde gruplandırmıştır. Buna göre Allah’ın insanlara olan hidâyeti dört merhaleden oluşur: 1. Her mükellefe lutfettiği akıl ve idrak yetenekleriyle hayatını sürdürmeyi sağlayan zaruri bilgiler. 2. Vahiy ve peygamberler yoluyla yaptığı davet. 3. Hidâyeti benimseyenlere lutfettiği tevfîk. 4. Hak kazananları âhirette cennetle mükâfatlandırma. Bu hidâyet türleri buradaki tertibe göre birbirine bağlı olup bir sonraki hidâyetin gerçekleşmesi için bir öncekinin meydana gelmesi şarttır. Bunun yanında, birinci merhaledeki hidâyet gerçekleştiği halde ikincisi ve ona bağlı olarak diğerleri gerçekleşmeyebilir. İnsana nisbet edilen hidâyet, sadece ikinci merhalede yer alan “çağrıda bulunmak ve tanıtmak”tan ibaret olup hiç kimsenin diğer hidâyet türlerini meydana getirmeye gücü yetmez. Bu dörtlü sistemde ikinci merhalede zikredilen hidâyeti benimsemeyen kimseye Allah’ın müteakip hidâyetleri vermediğini söyleyen İsfahânî’ye göre Kur’ân-ı Kerîm’de zâlimlerden ve kâfirlerden menedildiği belirtilen hidâyetlerden maksat tevfîk-i ilâhîden ibaret bulunan üçüncü merhaledeki hidâyettir. Yine Hz. Peygamber’den ve insanlardan nefyedilip güç yetiremeyecekleri haber verilen hidâyetler de ikinci merhalede zikredilen çağrıda bulunma ve yol gösterme dışında kalan hidâyetlerdir. İsfahânî, bu gruplandırma ve kurallaştırma işlemlerinin örneklerini Kur’an’da göstermiştir (el-Müfredât, “hdy” md.; a.mlf., Tafṣîlü’n-neşʾeteyn, s. 124). Elmalılı Muhammed Hamdi ile Muhammed Reşîd Rızâ da Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan hidâyet kavramının mânalarını benzer bir şekilde tasnife tâbi tutmuşlardır (Hak Dini, I, 120; Tefsîrü’l-Menâr, I, 62-63).

Hidâyet kavramı hadislerde de fiil sîgaları, ayrıca hüdâ, hidâyet ve ihtidâ kelimeleriyle yer almakta, bu kavram Allah’tan başka Kur’an’a, Hz. Peygamber’e ve diğer insanlara da izâfe edilmektedir (bk. , “hdy” md.). Resûl-i Ekrem, bir kişinin hidâyete ermesine vesile olmanın büyük bir servete kavuşmaktan daha hayırlı olduğunu belirtmiştir (, “Ḳurʾân”, 8; Müslim, “ʿİlim”, 16; Ebû Dâvûd, “ʿİlim”, 10).

Hidâyet, kelâm ilminde erken devirlerden itibaren kulların fiilleri, dolayısıyla kader meselesine bağlı bir problem olarak tartışmaya başlanmıştır. Bütün İslâm âlimleri hidâyetin ilâhî menşeli olduğunu ilke olarak benimsemekle birlikte değişik ekollere mensup âlimler onun mahiyeti ve hidâyete erme noktasında kulların nasıl bir fonksiyona sahip olabileceği hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşleri şöylece özetlemek mümkündür: Mu‘tezile. Hidâyeti genellikle “sonuca ulaştıracak şekilde yol gösterme” diye tanımlayan Mu‘tezile âlimlerine göre mükellefin sorumlu tutulabilmesi için onun Allah tarafından gösterilen doğru yolu kendi iradesiyle benimsemesi veya reddetmesi gerekir. Bundan dolayı kişinin hidâyete ermesi ilâhî bir müdahaleye bağlı olarak gerçekleşmez. Allah, kurtuluşa götüren yolu bütün kullarına peygamberler ve ilâhî kitaplar vasıtasıyla açıklayıp göstermiştir. Hidâyet konusu Kur’an’da daha çok bu çerçevede yer almış ve ilâhî hidâyetin bu anlamda bütün mükellefleri kapsayıcı bir mahiyet taşıdığına işaret edilmiştir. Bu umumi hidâyetin dışında Allah’ın bazı kullarına tahsis ettiği hususi bir hidâyet daha vardır ki o da gösterilen doğru yolu benimseyen müminler içindir. Allah, imanlarını kuvvetlendirmek ve İslâm’da sabit kalmalarını sağlamak üzere doğrudan veya dolaylı bir şekilde müminlerin kalplerine basîret verir, onlara havâtır yoluyla imanlarını teyit eden bilgiler öğretir. Böylece müminlere kâfir, zâlim ve fâsık kullarından farklı bir hidâyet vermiş olur. Allah’ın müminleri hidâyete erdirmesi, iman ve itaatlerine karşılık olarak onları mükâfatlandırıp cennete koyması veya müminleri “mühtedî” diye adlandırması şeklinde de te’vil edilebilir. Nitekim Kur’an’da ilâhî hidâyet bu anlamlarda kullanılmıştır. Allah’ın kâfir, zâlim ve fâsık kullarını hidâyete erdirmeyeceğini ifade eden âyetler ise onların, gösterilen doğru yolu benimsemeyişlerinin dünyada başlayan bir cezası olarak hususi hidâyetten (tevfîk) mahrum bırakılmaları tarzında anlaşılmalıdır. Şu halde Allah’ın dilediklerini hidâyete erdirmesi, dilediklerini de saptırması gösterilen hidâyet yolunun benimsenmesi veya reddedilmesiyle ilgilidir (Eş‘arî, Maḳālât, s. 261; Kādî Abdülcebbâr, s. 61-65, 616, 656).

Eş‘ariyye. Eş‘arî âlimleri, hidâyetin “doğru yolu gösterip açıklama, müminleri mükâfatlandırıp cennete koyma” mânalarına geldiği yönündeki görüşe katılmakla birlikte asıl hidâyetin, imanın Allah tarafından müminlerin kalbinde yaratılmasından ibaret olduğunu kabul etmişlerdir. Buna bağlı olarak da hidâyeti “doğru yolu gösterip ona ulaştırma” diye tanımlamışlardır. Eş‘ariyye’ye göre kul ihtida etmeyi dilerse Allah, kalbinde iman etmesini sağlayacak bilgileri ve ardından imanı yaratır. Bu sebeple kulu sonuçta kurtuluşa ulaştıran hidâyet müminlere mahsus olup kâfirler buna dahil değildir ve bu anlamdaki hidâyet sadece Allah’a aittir. Naslarda hidâyetin Hz. Peygamber’e ve Kur’an’a nisbet edilmesi ona vesile olmaları itibariyle mecazi mânadadır. Eğer Allah dileseydi bütün kulların kalbinde bilgi ve iman yaratıp onların ihtida etmesini sağlardı. Ancak bunu yalnız müminler için dilemiş ve yaratmıştır. Allah’ın, kullarını hidâyete erdirici olmakla övünmesi, nasların O’ndan hidâyet istemeyi tavsiye etmesi ve gerçekte bazı insanların ihtida edip bazılarının bunun dışında kalması gibi deliller bunu göstermektedir (, s. 131-132; İbn Fûrek, s. 46, 56, 102-104; Bağdâdî, s. 140-141; Fahreddin er-Râzî, VII, 77; , IV, 309-311; , s. 525).

Mâtürîdiyye. Mâtürîdî âlimleri de hidâyetin “doğru yolu gösterip açıklama ve ona ulaştırma” olmak üzere iki anlama geldiğini kabul eder ve ilkine “hidâyet-i gayr-i mûsıle”, ikincisine “hidâyet-i mûsıle” adını verirler. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Allah’ın, hidâyeti veya dalâleti benimseyecek kullarına dair bilgisi uyarınca bir kısmını hidâyete, bir kısmını dalâlete sevketmeyi dilediğini ve herkesi buna uyum sağlayacak şekilde yarattığını söyler. Ona göre bu husus âyetlerde açıklanmıştır. Nitekim Allah’ın hidâyete erdirmeyi dilediği kimsenin kalbini İslâm’a açacağını açıklaması (el-En‘âm 6/125) bunu göstermektedir. Zira müslüman olduktan sonra kişinin kalbini İslâm’a açmanın bir faydası yoktur (Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 287-288, 301). Ebü’l-Muîn en-Nesefî, bu konuda kullara ait bütün fiillerin Allah tarafından yaratıldığını, kulun ihtidâ fiilinin de bu kapsama dahil olduğunu belirtmekle yetinir (Tebṣıratü’l-edille, II, 720). Beyâzîzâde Ahmed Efendi ve Elmalılı Muhammed Hamdi gibi müteahhir dönem âlimleri, Allah’ın ihtidâyı yaratmak suretiyle kulu hidâyete erdirmesinin onun hidâyeti benimseme iradesi göstermesiyle irtibatlı olduğuna dikkat çekmişler ve ilâhî kitaplar aracılığıyla gerçekleşen yol göstericiliğin etkili olup ilâhî tevfîkin tahakkuk etmesi için kişinin kendi isteğiyle hidâyete yönelmesinin büyük önem taşıdığını söylemişlerdir; zira Allah hiç kimseyi zorla saptırmadığı gibi cebren de hidâyete erdirmez (İşârâtü’l-merâm, s. 225, 227; Hak Dini, I, 167-168; III, 2087). Elmalılı’ya göre her insanın hayatında hidâyeti tercih etmesini mümkün kılacak bir süre mevcuttur. Bu süre içinde hidâyeti tercih etmesi onun isteğine bağlıdır. Ancak tercihini kötü yönde kullanıp hidâyete yönelmeyenlerin ondan mahrum kalması kaçınılmaz bir durumdur (a.g.e., IV, 2982-2983).

Selefiyye. Selef âlimleri, Allah’ın bütün varlıkları amaçlarına uygun olarak yaratmasını ve mevcudiyetlerini devam ettirmelerini mümkün kılacak vasıtalara kavuşturmasını, ayrıca sorumluluk yüklediği kişilere verdiği akıl yürütme gücünün yanı sıra gönderdiği peygamberler aracılığıyla doğru yolu gösterip açıklamasını genel anlamda bir hidâyet kabul etmekle birlikte asıl hidâyeti Allah’ın, kulun hidâyete ermesini sağlayan ilâhî irade, tevfîk ve ilhamı kalbinde yaratıp hayrı kolaylaştırması olarak açıklamışlardır. Onlara göre naslarda, Allah’ın dilediği takdirde bütün kullarını hidâyete erdirebileceğini, fakat bunu dilemeyip sadece müminlere hidâyet verdiğini bildirmesi bunu göstermektedir (İbn Hazm, III, 63-65; İbn Kayyim el-Cevziyye, Şifâʾü’l-ʿalîl, s. 65, 80-81; , s. 96). Hidâyet konusundaki tahlilleri dikkat çekici bir nitelik taşıyan İbn Kayyim el-Cevziyye’ye göre, akıl yürütme kabiliyetinin yanı sıra mükellef tutulan insanlara peygamberler ve ilâhî kitaplar aracılığıyla doğru yolun gösterilip açıklanması onların hidâyete ermeleri için gerekli ise de yeterli değildir. Kulun hidâyete ermesi için gösterilen yoldan gitmeyi istemesi ve ona yönelmesi şarttır. Eğer kul bu tavrı göstermezse Allah ceza olarak onu saptırır ve hidâyetten yoksun bırakır. Zira Allah’ın verdiği nimeti inkâr edenin o nimetten mahrum bırakılması ilâhî bir âdettir. Kulun daima ilâhî hidâyete ihtiyacı vardır, bundan dolayı Allah’tan hidâyet dilemesi emredilmiştir. Kul O’nun gösterdiği inanç, ibadet ve davranışlar bütününden oluşan hidâyet yoluna yönelirse bunun bir mükâfatı olarak hidâyete ermesini sağlayacak olan asıl hidâyet tecelli eder. Bu da Allah’ın, doğru yolda gitmesini gerektiren irade ve ilhamı kulun kalbinde yaratmasıdır. İbn Kayyim’e göre hidâyete ermenin gerçekleşmesi için biri Allah’a, diğeri kula ait olan iki fiil gereklidir. Kulun Allah’ın gösterdiği yola yönelmesi ikinci bir hidâyeti celbettiği gibi ilâhî emirlere uymaya devam etmesi yeni hidâyetleri celbeder ve Allah böyle kimselere her konuda çıkış yolunu gösterir. İlâhî emirlere uyan kul sonunda cennete konulmak suretiyle hidâyetin zirvesine erdirilir (Şifâʾü’l-ʿalîl, s. 79-85; a.mlf., el-Fevâʾid, s. 168-170). Muhammed Reşîd Rızâ da hidâyeti, “Allah’ın, bütün kullarına gösterip açıkladığı doğru yola girmeyi ona yönelenlere kolaylaştırıp yardımda bulunması” diye açıklar ve en büyük hidâyet kaynağı olarak Kur’an’ı kabul eder. Ona göre Allah kişinin bedenini ve ruhunu yarattığı gibi hidâyetini yaratmaz. Ancak insan Kur’an’a iman edip bağlandığı takdirde Cenâb-ı Hak ondan yardımını esirgemez ve kendisine dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacak yolu gösterir; onu, duyularını ve aklını kullanarak hem ilâhî kitaptaki âyetleri hem de kâinat kitabındaki delilleri anlamaya muvaffak kılar. Buna karşılık Kur’an’ı ısrarla inkâr eden kimseyi de sapıklıkta bırakır. Burada önemli ve etkili olan insanın umumi hidâyet karşısındaki tutumudur (Tefsîrü’l-Menâr, I, 64; II, 290; VI, 305-306; VII, 402-403).

Şîa. Şiî âlimleri genellikle hidâyetin tekvinî ve teşriî olmak üzere iki kısımdan oluştuğunu kabul ederler. Onlara göre tekvinî hidâyet, Allah’ın canlı ve cansız varlıklara yaratılış amaçlarına uygun özellikler vermesidir. Teşriî hidâyet ise umumi ve hususi gruplarına ayrılır. Umumi hidâyet, Allah’ın doğru yolu gösterip açıklayan ilâhî kitaplar, peygamberler ve onların vârisleri olan muslihler göndermesidir. Bu hidâyet bütün insanlar ve cinler için geçerlidir. Eğer böyle olmayıp da bazı kullara has olsaydı bu cebri gerektirirdi. Hususi hidâyet ise umumi hidâyetten faydalanmak isteyenlerin sâlih amel işlemeye muvaffak kılınmalarıdır. Naslarda Allah’ın hidâyete erdirmeyi dilediği bildirilen kimseler bunlardır, hidâyete erdirmek istemediği kimseler ise umumi hidâyetten yüz çevirenlerdir (Muhammedî er-Reyşehrî, X, 319-333; M. Mekkî el-Âmülî, I, 732-739).

Hidâyet konusuna daha çok kulların fiilleri açısından bakış yapan Mu‘tezilî ve Sünnî âlimler birbirlerini eleştirmişlerdir. Mu‘tezile âlimleri, Sünnîler’in hidâyeti “iman” mânasında anlayıp Allah tarafından kulda yaratıldığını savunmalarını irade hürriyetine ve ceza-mükâfat mantığına aykırı bulmuşlar, ayrıca sözlükte hidâyetin iman anlamına gelmediğini belirtmişlerdir (Kādî Abdülcebbâr, s. 45, 87, 546-547; , IV, 311). Buna karşılık Sünnî âlimleri de Mu‘tezile’nin hidâyeti genellikle doğru yolu gösterip açıklama, Allah’ın kulunu hidâyete erdirmesini onu mühtedi diye adlandırması veya sevap vermesi, kâfirleri hidâyete erdirmemesini de onları sevaptan ve cennetten yoksun bırakması şeklinde te’vil etmelerini isabetsiz bulmuşlardır. Zira onlara göre dil kurallarını dikkate alarak hidâyete “sevap” anlamını vermenin veya hâdî kelimesini “mühtedi adını veren” mânasında anlamanın mümkün olmayışı, ayrıca naslarda asıl hidâyetin doğru yolu gösterip açıklamaktan farklı bir olay olduğu ısrarla belirtilerek müminlerin hidâyete erdirilmesine karşılık kâfirlerin hidâyete erdirilmediğinin ifade edilmesi, Mu‘tezile’nin hidâyet konusundaki görüşlerinde isabet bulunmadığını kanıtlar (İbn Kuteybe, s. 123-124; , s. 131, 147; İbn Fûrek, s. 103; Nesefî, II, 720-722).

Değişik ekollere mensup kelâm âlimlerinin görüşleri dikkatle incelendiği takdirde hidâyet konusunda aralarında çok önemli ayrılıkların bulunmadığı görülür. Zira bazı anlayış farklılıklarına rağmen hemen hemen bütün âlimler hidâyetin biri umumi, diğeri hususi olmak üzere iki türü bulunduğunu kabul etmektedir. Ancak Mu‘tezile ve Şiî âlimleri, insanın kendi fiillerini hür iradesiyle yaptığını vurgulamak için daha çok umumi hidâyeti öne çıkarmış, Sünnî âlimleri ise ilâhî kudret ve iradeyi hâkim kılmaya önem verip insanın ilâhî yardıma olan ihtiyacını dikkate aldıklarından hususi hidâyeti asıl kabul etmişlerdir. Aslında Mu‘tezile âlimleri, kişinin iman etmesini sağlayacak bilgi ve delillerin havâtır yoluyla Allah tarafından yaratıldığını kabul etmek suretiyle Sünnî görüşe hayli yaklaşmış bulunmaktadır.

Fert ve cemiyet olarak insanların hem dünya hem de âhiret mutluluğunu ilgilendiren hidâyet kavramının Allah’a, mükellef olan insana veya her ikisine izâfe edilmesi hususunda âlimler arasında çıkan görüş farklılıkları onların kader anlayışıyla ilgilidir. Kader probleminin önemli meselelerinden biri Allah’ın ilim, kudret ve irade sıfatlarını sınırlandırmamaksa bir diğeri de kötü davranışlarından ötürü cezaya mâruz kalacak olan kişinin sorumluluğunu temellendirebilmek için onun irade ve davranış hürriyetine sahip bulunduğunu ispat etmektir. Bu konuda kulun sorumluluğuna önem veren Mu‘tezile ile Şîa âlimleri hidâyeti ağırlıklı olarak kula, ilâhî kudret ve iradeyi sınırlandırmaktan endişe eden Ehl-i sünnet ise Allah’a nisbet etmeyi tercih etmişlerdir.

Hidâyet kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de ekseriyetle Allah’a izâfe edilmekle birlikte ilâhî vahye, peygamberlere, meleklere, fert olarak insana ve ümmetlere de nisbet edilmektedir (yk.bk.). Ebü’l-Bekā’nın da işaret ettiği gibi (el-Külliyyât, s. 953) hidâyetin şer‘î kullanılışı daha çok Mu‘tezile’nin görüşü doğrultusundadır, ancak bunun hakiki veya mecazi mânada olduğu tartışmalıdır. Bazı âyetlerde Allah’ın bütün insanları hidâyet üzere bulundurmaya muktedir olduğu, fakat bunu dilemediği beyan edilir (el-En‘âm 6/35, 149; er-Ra‘d 13/31; en-Nahl 16/9); bu ise hidâyet meselesinde dikkat çeken noktalardan biridir. Ancak belirtilmesi gereken hususlardan biri de şudur ki kâinatın yaratılış ve yönetilişini kendi tasarrufunda bulunduran Allah’ın mutlak iradesiyle vazettiği bir esasa göre canlı veya cansız bütün varlıklar tabii olarak yaratıcılarına tesbih ve secde ederler (el-İsrâ 17/44). Şuurlu varlıklardan şeytan mutlak isyan, melekler de mutlak itaat çerçevesinde planlanmış (el-Hicr 15/30-35; et-Tahrîm 66/6), insanlar ise kendi iradelerine bağlı olarak bu ikisi arasındaki bir statüde tutulmuştur (el-Hac 22/18; et-Tegābün 64/2). Yukarıda kaydedilen âyetler grubuna giren ilâhî beyanların önemli bir kısmı Allah’ın bu genel planını ifade etmektedir. Buna bağlı olarak Cenâb-ı Hakk’ın bunca yaratık içinde bilindiği kadarıyla yalnız insan ve cin türü için tanıdığı hidâyet veya dalâleti tercih hürriyeti O’nun mutlak irade hürriyetine herhangi bir sınırlandırma getirmez.

Kur’an’da yer alan hidâyet kavramının işlenişinde dikkat çeken hususlardan biri de bütünüyle hidâyetin ilâhî kaynaklı olduğunun, putların ve seküler çözümlerin dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayamayacağının ısrarla vurgulanmasıdır. Bu sebeple de mutlak mânada hidâyet sık sık Allah’a izâfe edilmekte ve birçok âyette fertten değil topluluktan (kavim), cemi zamiriyle gönderme yapılan gruplar ve tiplerden nefyedilmektedir (bk. , “hdy” md.). Çeşitli âyetlerde Tevrat ve İncil’in hidâyet ve nur kaynağı olduğu ifade edilmesine rağmen (bk. a.g.e., “Tevrât”, “İncîl” md.leri) Ehl-i kitabın Hz. Muhammed’in getirdiği hidâyeti bile bile reddetmesine mukabil Kur’ân-ı Kerîm hidâyeti onlardan nefyetmekte ve artık asıl hidâyetin Allah’ın gönderdiği son hidâyeti olduğunu belirtmektedir (el-Bakara 2/120; Âl-i İmrân 3/70-73). Allah’ın birliğini ve Hz. Muhammed’in nübüvvetini kanıtlamaya ağırlık veren Yûnus sûresinde, putların ve seküler çözümlerin özellikle âhiret mutluluğu açısından hiçbir yarar sağlamadığı ifade edildikten sonra (10/26-33) putların, evrenin oluşumunu sağlayan yaratma eylemini iptidaen ve tekrarlamak suretiyle üstlenip üstlenemeyeceği sorulmakta, ardından da onları hakka iletip iletemeyeceği hususu gündeme getirilmekte ve şöyle denilmektedir: “De ki, hakka sadece Allah iletir. Öyleyse hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidâyet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?” (10/34-35). Beş defa hidâyet, dört defa da hak kavramının tekrarlandığı bu son âyet, hidâyetin seküler değil ilâhî menşeli oluşuna Kur’an’da ne derece önem verildiğini göstermektedir.

Bazı âyetlerde fertlerden söz edilerek Allah’ın dilediğini hidâyete erdirdiği, dilediğini de dalâlete düşürdüğü anlatılır (meselâ bk. er-Ra‘d 13/27; İbrâhîm 14/4; en-Nahl 16/37; Fâtır 35/8) ve O’nun bu iradesine kimsenin karşı gelemeyeceği ifade edilir (ez-Zümer 39/36). Râgıb el-İsfahânî’nin de belirttiği gibi (el-Müfredât, “hdy” md.) Allah’ın bu tiplerden nefyettiği hidâyet, kendi iradeleriyle onu benimsemeyen kişilerden menettiği tevfîk ve uhrevî mükâfat mânasına gelir. Bu durumda da Allah’ın mükellefe verdiği akıl ve sezgi (fıtratullah), gönderdiği vahiy ve peygamberler aracılığıyla hidâyeti benimseme eylemi, en azından buna samimi olarak yönelme hareketi yine kula ait olacaktır. İsfahânî meselenin bu noktasına şöyle bir yorum daha getirmektedir: Hidâyeti de dalâleti de benimseyebilecek bir yaratılışa sahip kılınan insan, meselâ hidâyeti tercih ettiği takdirde o yönde bir alışkanlık kazanır ve bu durum kendisinde zamanla bir tabiat haline gelir, öyle ki bundan ayrılmak istese artık gücü yetmez. Buna karşılık dalâleti tercih eden de aynı konumdadır. Allah, hidâyete eren kullarını dalâlete düşmekten koruyacak vasıtalar yarattığı gibi dalâlete düşenlerin hidâyete ermesini önleyecek engeller de yaratır (Tafṣîlü’n-neşʾeteyn, s. 175-176, 186-189).

Gerek Kur’an’da gerekse hadis metinlerinde Allah’ı niteleyen isim ve sıfatlar büyük bir çoğunlukla O’nun rahmet yönünü vurgulamaktadır. Doksan dokuz esmâ-i hüsnâ içinde gazaba delâlet eden isimler ikiyi üçü geçmez. İslâm’ın sunduğu bu ulûhiyyet anlayışı ile hidâyet-dalâlet ve bunların sonucu olan cennet-cehennem telakkisi arasında uygunluğun sağlanması gerekir. Nasların tamamının birbirleriyle olan ilgileri, nüzûl sebepleri ve âyetlerin önceki ve sonraki âyet gruplarıyla münasebeti incelendiği takdirde Allah’ın bir mükellefi sebepsiz yere dalâlete düşürüp cehenneme sevketmesini ileri sürmenin mümkün olmadığı görülür. Cehennemin insanlarla ve cinlerle doldurulacağını beyan eden âyetleri de (el-A‘râf 7/18; Hûd 11/119; es-Secde 32/13) bu çerçevede anlamak gerekir. Bu tür beyanlar vukuundan önce verilmiş kararlar olmayıp ilm-i ilâhîde mevcut olan bir realitenin haber verilişi niteliğindedir; ayrıca bu üslûp bir uyarma ve korkutma yöntemini andırmaktadır. Nitekim bazı âyetlerde küfrü ve nifakı benimseyenlerin (en-Nisâ 4/140), şeytana uyanların (Meryem 19/68; Sâd 38/85) cehenneme konulacağı ifade edilirken Kehf sûresinde (18/106) oraya girmenin sebepleri gerçekleri inkâr, Allah’ın âyetleri ve peygamberleriyle alay etme olarak belirlenmiştir.

Sonuç olarak Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan hidâyet kavramının örgüsü, fert ve cemiyet olarak insanların dünya ve âhiret mutluluğunu, ayrıca toplumların genel anlamda huzur ve selâmetini sağlaması açısından hidâyetin Allah’a ait olduğunu, seküler çözümlerin yaygın, sürekli ve kapsamlı bir hidâyet rotası çizemeyeceğini göstermektedir. Bunun yanında fertlerin kendi irade ve tercihleriyle hidâyet veya dalâlet yoluna yönelebilecekleri, yönelişlerine uygun olarak ilâhî tevfîk veya hızlâna konu teşkil edecekleri de anlaşılmaktadır. İlk asırlarda Sünnî âlimlerin ilâhî iradeye ağırlık veren tutumlarının sonraları kulun sorumluluğunu temellendirecek şekilde esneklik kazandığı da literatürden tesbit edilen hususlardandır.


BİBLİYOGRAFYA

, “hdy” md.

a.mlf., Tafṣîlü’n-neşʾeteyn ve taḥṣîlü’s-saʿâdeteyn (nşr. Abdülmecîd Neccâr), Beyrut 1408/1988, s. 124-126, 140-141, 175-189.

, s. 952-955.

, II, 1540-1542.

, “hdy” md.

, “hdy” md.

, “hdy”, “Tevrât”, “İncîl”, “rşd”, “flḥ”, “necât”, “îmân”, “ṣırâṭ”, “sebîl” md.leri.

, “Ḳurʾân”, 8.

, I, 88, 227; III, 451; IV, 367, 399; V, 145, 177, 252.

Müslim, “ʿİlim”, 16, “Mesâcid”, 256.

Ebû Dâvûd, “ʿİlim”, 10.

Hasan-ı Basrî, Risâle fi’l-ḳader (nşr. Muhammed İmâre, Resâʾilü’l-ʿadl ve’t-tevḥîd içinde), Kahire 1971, I, 86-88.

İbn Kuteybe, Teʾvîlü müşkili’l-Ḳurʾân (nşr. Seyyid Ahmed Sakr), Kahire 1393/1973, s. 123-124, 443-444.

, s. 131-132, 147.

a.mlf., Maḳālât (Ritter), s. 260-261.

, s. 287-288, 300-301.

, s. 46, 56, 101-104.

Kādî Abdülcebbâr, Müteşâbihü’l-Ḳurʾân (nşr. Adnân M. Zerzûr), Kahire 1969, s. 19-20, 43, 45, 48, 60-65, 87, 113, 122, 135-137, 150-151, 163, 262-264, 282, 304, 355, 360, 413-415, 441, 451, 455, 546-547, 551, 560-561, 602, 616, 625, 654, 656.

, s. 140-144.

, III, 63-66.

, II, 719-722.

Şerîf el-Murtazâ, İnḳāẕü’l-beşer mine’l-cebr ve’l-ḳader (nşr. Muhammed İmâre, Resâʾilü’l-ʿadl ve’t-tevḥîd içinde), Kahire 1971, I, 296-297.

, s. 625-630.

, I, 19-20; II, 145-147; IV, 106; VI, 16-17; VII, 77; VIII, 127, 128; XII, 207, 221; XIII, 65, 68, 179-181; XV, 58-59; XVII, 90, 91, 92; XVIII, 77-78; XXV, 2-3.

a.mlf., Levâmiʿu’l-beyyinât, s. 349.

, VIII, 205, 216.

a.mlf., Muvâfaḳatü ṣaḥîḥi’l-menḳūl, Beyrut 1405/1985, I, 133-134.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Şifâʾü’l-ʿalîl (nşr. M. Bedreddin Ebû Firâs en-Na‘sânî), Kahire 1323, s. 65, 79-85.

a.mlf., el-Fevâʾid, Beyrut 1399/1979, s. 168-170.

, s. 96.

Teftâzânî, Şerḥu’l-ʿAḳāʾid (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Kahire 1407/1987, s. 65-66.

a.mlf., , IV, 309-311.

, s. 525.

a.mlf., , s. 229.

Ebû Abdullah İbnü’l-Vezîr, Îs̱ârü’l-ḥaḳ ʿale’l-ḫalḳ, Beyrut 1403/1983, s. 169, 251-253, 267-268.

, I, 91, 93, 124-125; XVI, 240.

, s. 225, 227, 228, 271.

Seffârînî, Levâmiʿu’l-envâri’l-behiyye, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-İslâmiyye), I, 334-338.

, I, 119-120, 167-168; III, 2087; IV, 2717-2723, 2982-2983.

, I, 62-64, 223, 287-288; II, 268-269, 290; III, 83; VI, 305-306; VII, 402-403, 545, 590; VIII, 42; IX, 459.

İzzeddin Belîk, Mevâzînü’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm, Beyrut 1404/1984, I, 36-41.

Muhammedî er-Reyşehrî, Mîzânü’l-ḥikme, Kum 1982, X, 318-333.

M. Mekkî el-Âmülî, el-İlâhiyyât, Kum 1411, I, 732-739.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1998 yılında İstanbul’da basılan 17. cildinde, 473-477 numaralı sayfalarda yer almıştır.