Sûfîlere göre Allah’ın zâtına işaret eden ismi.

Müellif:

Arapça’da üçüncü tekil şahıs zamiri olan (hüve) ilk tasavvuf kaynaklarında, cem‘ halini yaşayan sâlikin tevhid anlayışını ifade etmek amacıyla “hû bilâ hû” ifadesi içinde kullanılmıştır (Serrâc, s. 438). Baklî de bu ifadeyi “aynü’l-cem‘ makamı” anlamında yorumlamıştır (Meşrebü’l-ervâḥ, s. 282). Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre hû, hiçbir varlığın müşahede edemeyeceği Allah’ın mutlak gayb ve sır olan zâtına işaret eder ki bu da hadiste ifade edilen ihsan makamının karşılığıdır (el-Fütûḥât, II, 128). “Hüviyyet-i mutlak, sırr-ı vücûd, gayb-ı mutlak, amâ-yı mutlak” gibi tabirlerle de vücud mertebelerinin ilki olan bu makama işaret edilir. Hû bazı mutasavvıfların lâhût, ceberût, melekût ve nâsût şeklinde sıraladıkları varlık mertebelerinin ilki olan ve künh-i zâta tekabül eden lâhût mertebesidir. Bu mertebe Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının bâtını ve hakikatidir. Necmeddîn-i Kübrâ’nın telakkisine göre Allah ismindeki elif ve lâm harf-i ta‘riftir. Lâm harfinin şeddeli olması tarifte mübalağa içindir, dolayısıyla Allah isminin aslı “he” (ه) harfidir. Böylece canlıların alıp verdikleri her nefeste Allah’ın ismi olan “he” sesi vardır. Alınan her nefesteki “he”nin kaynağı kalp, verilen nefesteki “he”nin kaynağı ise arştır. Hû kelimesindeki “vav” ise (و) ruhun ismidir (Tasavvufî Hayat, s. 141).

Kelâm âlimi Fahreddin er-Râzî de gerek tefsirinde gerekse Levâmiʿu’l-beyyinât adlı eserinde konuyu tasavvufî bir anlayışla yorumlamıştır. Râzî’ye göre İhlâs sûresinin ilk üç kelimesi (hû, Allah, ahad) üç makamı ifade etmektedir: Hû mukarrebûnun makamı olup makamların en yücesidir. Buna göre li-zâtihî var olan sadece O’dur; O’nun dışındakiler mümkün varlıklardır ve yok hükmündedir. İkinci kelime olan Allah ashâb-ı yemînin makamıdır. Bu makamda olanlar Hakk’ı ve halkı mevcut bilirler. Ahad ise vâcibü’l-vücûdun birden çok olabileceğini düşünen ashâb-ı şimâlin makamıdır (Mefâtîḥu’l-ġayb, XXXII, 179). Aynı müellife göre bu üç kelimeden hû Kur’an’da nefs-i mutmainne (el-Fecr 89/27), mukarreb ve sâbık (el-Vâkıa 56/10-11) diye anılanların mertebesine işaret eder. Allah, “muktesıd” diye anılan (Fâtır 35/32) ashâb-ı yemînin mertebesidir. Bu aynı zamanda nefs-i levvâme mertebesidir. “Zâlimün li-nefsihî” (Fâtır 35/32) olan ashâb-ı şimâl ise nefs-i emmâre sahibidir. Râzî bu üç kelimeyi hakikat, tarikat ve şeriat mertebelerine de tatbik eder (Levâmiʿu’l-beyyinât, s. 111).

İlk dönem sûfîlerinin kelime-i tevhidi (lâ ilâhe illallah) ve Allah ismini zikir maksadıyla tekrar ettikleri bilinmekteyse de “hû”nun aynı amaçla tekrar edilmesi özellikle tarikatların teşekkülünden sonra yaygınlık kazanmıştır. Sûfîlere göre zikrin en faziletlisi Allah’ı bir şey isteme anlamı taşımayan bir ifadeyle anmaktır. Bundan dolayı talep mânası taşımayan ve Allah’ın zâtî ismi olan hû en faziletli zikir telakki edilmiştir. Hz. Ali’nin çok defa “yâ hû, yâ men hû, lâ ilâhe illâ hû” diye zikrettiği, kendisine bunun sebebi sorulduğunda “hû”nun ism-i a‘zam olduğunu söylediği rivayet edilir. Gazzâlî de “lâ ilâhe illallah”ın avamın tevhidi, “lâ ilâhe illâ hû”nun havassın tevhidi olduğunu söyler. Allah hangi ismiyle zikrediliyorsa o ismin feyz ve tecellîleri istenir; meselâ kerîm ismiyle ihsan, şâfî ismiyle şifa umulur. Hû ismiyle yalnız O’nun zâtı istendiğinden bu ismin tecellisi kâmil bir keşiftir.

Seyrüsülûklerini Allah’ın bazı isimlerini belli sayıda tekrarlamak suretiyle gerçekleştiren tarikatlarda (tarîk-ı esmâ) sâlik nefs-i emmâre mertebesinde lâ ilâhe illallah, nefs-i levvâme mertebesinde Allah, nefs-i mülhimede hû ismiyle zikir yapar; böylece sırasıyla tevhîd-i ef‘âl, tevhîd-i sıfât ve tevhîd-i zât makamlarına ulaşır.

Mutasavvıf şairlerin hû kelimesiyle biten şiirlerinin bir kısmı ilâhi olarak bestelenmiştir. Hû kelimesi tarikat folklorunda çeşitli anlamlarda yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Meselâ dervişler birbirine hitap ve cevap amacıyla hû derler. Tekkeye girmek isteyen kişi izin almak için “destur” der, içeriden “hû” sesi gelirse girebilir. Tekke hayatında geniş bir uygulama alanı bulan gülbankler hû diye sona erer. “Yâ hû, bu da geçer yâ hû, hoş gör yâ hû, haydan gelen hûya gider, illâ hû, edep yâ hû, hû çekmek” mutasavvıfların yanında halkın da çok sık kullandığı ifadelerdir.


BİBLİYOGRAFYA

, “hû” md.

, “hevâ” md.

, II, 1539.

, s. 438.

Gazzâlî, Mişkâtü’l-envâr (nşr. Ebü’l-Alâ Afîfî), Kahire 1383/1964, s. 21.

, s. 282.

a.mlf., , s. 443, 511, 540, 615.

, s. 111.

a.mlf., , XXXII, 179.

Necmeddîn-i Kübrâ, Tasavvufî Hayat (trc. Mustafa Kara), İstanbul 1980, s. 141.

, II, 128.

Muhammed Pârsâ, Şerḥ-i Fuṣûṣü’l-ḥikem (nşr. Celîl-i Nejâd), Tahran 1366, s. 137, 325.

Harîrîzâde, Fetḥu’l-esrâr, İstanbul 1287, s. 67.

İsmâil Hakkı Bursevî, Hüccetü’l-bâliga ( içinde), s. 50.

M. Fâzıl Mevlevî, Hakāyık-ı Ezkâr Şerh-i Evrâd-ı Mevlânâ, İstanbul 1283, s. 205.

Muhammed Nûr, ʿUnvânü’l-felâḥ (Minhâcü’r-râġıbîn içinde), Kahire 1312, s. 108.

Mehmet Ali Ayni, Tasavvuf Tarihi, İstanbul 1341, s. 204-210.

, s. 35.

Abdülbâki Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İstanbul 1977, s. 133.

Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1991, s. 229.

Bekir Topaloğlu, “Esmâ-i Hüsnâ”, , XI, 410.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1998 yılında İstanbul’da basılan 18. cildinde, 260-261 numaralı sayfalarda yer almıştır.