İHSÂR

Hac veya umre için ihrama girdikten sonra bunların tamamlanmasını engelleyen bir durumun ortaya çıkması anlamında fıkıh terimi.

Müellif:

Sözlükte “daralmak, âciz olmak; alıkoymak, engellemek” gibi anlamlara gelen hasr kökünün bazı türevleri Kur’an’da geçer (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/39; en-Nisâ 4/90; el-İsrâ 17/8). Bu kökten türetilmiş olan ihsâr kelimesi, hac ve umreye başlayıp bundan engellenenlerin kurban göndermesini emreden âyette (el-Bakara 2/196) fiil kalıbıyla kullanılmış olup bu âyet ihsârın, başlanmış bir hac ve umre ibadetini tamamlamaya imkân vermeyen engellerin ortaya çıkışını ifade eden bir terim olarak fıkıh literatüründe kullanılmasının kaynağını teşkil etmiştir. Fakihlerin ihsârla ilgili çeşitli tariflerinin “hac veya umrenin rükünlerini ifadan engellenme” anlamında birleştiği söylenebilir. Nitekim Şâfiîler ihsârı “hac ve umrenin tamamlanmasının engellenmesi”, Hanefîler de “farz veya nâfile hacda ihrama girdikten sonra Arafat’ta vakfeye durmaktan ve Kâbe’yi tavaf etmekten, umrede ise tavaftan alıkonulmak” şeklinde tanımlarlar. Alıkonulan kimseye muhsar denilir.

Hanefîler, Zeydîler ve Zâhirîler, hac ve umre ibadetini tamamlamayı engelleyen hâricî ve dâhilî her engeli ihsâr sebebi sayma temayülündedir. Bir düşmanın varlığı gibi hâricî durumlar yanında kişinin hastalanması, yol azığının yok olması, kadının mahremini kaybetmesi gibi hac ve umreye devamı engelleyen durumlar böyledir. Benzeri bir görüş Ahmed b. Hanbel’den de nakledilmektedir. Bu fakihler ilgili âyetin, “Eğer alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin” şeklindeki genel ifadesini, ayrıca Hz. Peygamber’in, “Kimin ayağı kırılır veya aksarsa ihramdan çıkar ve ertesi yıl hac yapar” (Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 43; Tirmizî, “Ḥac”, 94) hadisini delil alırlar. Çoğunluğu teşkil eden fakihler ise (cumhur) tutukluluk hali, anarşi-kargaşa, kocanın karısını engellemesi, savaş sebebiyle yolların kapanması gibi güç kullanmaya dayalı engelleri ihsâr sebebi sayarken hastalık, sakatlık, erzakın zayi olması vb.ni ihsâr kapsamının dışında tutarlar. Cumhur bu görüşünü ilgili âyetin nüzûl sebebine (düşmanın müslümanları hacdan engellemesi) dayandırmakta, ayrıca İbn Abbas’tan nakledilen, “Düşmandan başka sebeple ihsâr yoktur” (Şâfiî, II, 219) sözünü de delil göstermektedir. Ancak Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde, ihrama girerken “bir engel çıkması halinde ihramdan çıkma” kaydıyla niyet eden kimsenin durumu, Hz. Peygamber’in buna cevaz verdiği rivayetine dayanılarak (, VI, 164; Müslim, “Ḥac”, 105-108) yukarıdaki hükümden ayrı tutulmuş, bu durumdaki ihramlının muhsar ahkâmına tâbi olmaksızın ihramdan çıkması câiz görülmüştür. Hanefî, Mâlikî ve Ca‘feriyye mezhepleri ise ayrıntıdaki bazı farklılıklar dışında böyle bir niyete fıkhî sonuç bağlamazlar. Ca‘ferîler, düşman sebebiyle engellenmeyi (sad) hastalığın engellemesinden (ihsâr) ayrı tutarak birinci tür engel konusunda çoğunluğa, ikinci türde de Hanefîler’e yaklaşırlar.

İhsârın gerçekleşebilmesi için ihrama girilmiş, ayrıca ortaya çıkan alıkoyucu sebebin haccı veya umreyi tamamlamaya yetebilecek bir süreden önce ortadan kalkacağından da ümit kesilmiş olması gerekir. Hacda Arafat vakfesinden ve ifâza tavafından, umrede tavaftan alıkonan kimsenin muhsar sayılacağı üzerinde görüş birliği bulunsa da haccın iki rüknünün sadece birinden veya diğer menâsikten alıkonmanın ihsâr sayılıp sayılmayacağı ya da hangi safhadan itibaren sayılacağı fakihler arasında tartışmalıdır. Buna göre, Arafat vakfesinden alıkonulduğu halde ifâza tavafından alıkonulmayan kimse Hanefî mezhebince muhsar sayılmaz, çünkü bu kimse umre yapıp ihramdan çıkabilir. Bu suretle kazâ umresinden kurtulmuş olduğu gibi ihsâr kurbanı kesmesi de gerekmez. Şâfiî ve Mâlikîler de umre yaparak ihramdan çıkmanın gerektiğini söylemekte ve şekil olarak Hanefîler’le aynı noktada buluşmakta iseler de onlar ihramdan çıkışın ihsâr dolayısıyla olduğunu ve kurban kesmesi gerektiğini söyleyerek sonuçta onlardan ayrılırlar. Hanbelîler ise bu durumdaki kimsenin hac niyetini feshedip umre niyetiyle umre yapacağı ve kurban kesmeden ihramdan çıkabileceği görüşündedir.

Arafat vakfesini yaptıktan sonra farz tavaftan alıkonulan kimseye gelince Hanefî, Mâlikî ve Zeydiyye mezheplerine göre bu durumdaki kimse muhsar sayılmayıp tavaf yapıncaya kadar ihramlı olarak beklemesi gerekir; Şâfiî mezhebine göre ise ihramdan çıkar ve haccını kazâ etmesi de gerekmez. Hanbelîler, vakfeden sonra ve şeytan taşlamadan önce alıkonan kimsenin ihramdan çıkabileceğini söylerler; ancak şeytan taşlama görevini yerine getirmişse ihramdan çıkmadan beklemesi ve engel kalktığında da haccını tamamlaması gerekir.

İhsârın, ihramdan çıkma ve ihsâr sebebiyle yapılamayan menâsikin kazâsı şeklinde iki fıkhî sonucu vardır. İhramdan ancak hac veya umre yapılarak çıkılabilir. Fakat muhsar bundan engellendiği için fakihlerin çoğunluğuna göre ihramdan çıkma niyetiyle kurban keserek, bazı Hanefîler’le Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise ayrıca tıraş olarak ihramdan çıkar. Ca‘ferîler de hastalıktan doğan ihsârda tıraş olmayı gerekli görürler. Mâlikî mezhebine göre yalnızca ihramdan çıkma niyeti yeterli olup kurban kesmek sünnettir. Umre ya da ifrad haccı için ihrama giren bir adet, kıran haccı için niyet eden Hanefîler’e göre iki adet, cumhura göre yine bir adet ihsâr kurbanı (hedyü’l-ihsâr) keser.

Hanefîler’e, Zeydîler’e ve Ahmed b. Hanbel’den bir görüşe göre ihsâr kurbanı da diğer hedy kurbanları gibi ancak Harem bölgesinde kesilir. Hastalık sebebiyle ihsârda da Ca‘ferîler’in görüşü böyledir. Muhsar, vekâlet yoluyla ve kesim zamanını da belirleyerek kurbanını gönderir veya kurbanını Harem bölgesinden satın aldırır ve kesilmesini sağlar; belirlenen kesim vakti geçtikten sonra da ihramdan çıkar. Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre bu şart olmayıp ihsârın vuku bulduğu yerde kesmek yeterli ve geçerlidir. Çünkü Resûl-i Ekrem, “Onlar, inkâr eden ve sizin Mescid-i Harâm’ı ziyaretinizi ve bekletilen kurbanların yerlerine ulaştırılmasını menedenlerdir” (el-Feth 48/25) meâlindeki âyete dayanarak kurbanını Hudeybiye’de kesmiştir. İlk görüş sahipleri ise bu konuda, “Haccı ve umreyi Allah için tam yapın. Eğer -bunlardan- alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin” (el-Bakara 2/196) anlamındaki âyetin açık ifadesini delil alırlar. Şâfiî ve Hanbelî mezhepleriyle Hanefî âlimi Ebû Yûsuf’tan nakledilen bir görüşe göre kurban kesemeyen kimse kurbanlığın bedeline denk kıymette yiyecek (buğday) tasadduk eder. Buna gücü yetmeyenlerin her müd veya yarım sâ‘ yiyecek karşılığında bir gün oruç tutması gerektiğini belirtenlerin yanı sıra buna imkân tanımayanlar ya da yiyecek tasadduk etmeyi câiz görmeyip kurban yerine on gün orucu gerekli görenler de vardır. Oruç tutulduğunda ihramdan çıkmak için oruçların tamamlanmasını beklemek gerekmez. Hanefî mezhebinde ağırlıklı görüşe, bazı Şâfiîler’e, Ca‘ferîler’e ve İbn Hazm’a göre ise kurbanın yerini hiçbir bedel tutmaz ve muhsar kurban kesinceye kadar ihramlı olarak bekler. İhramdan çıkmak için tıraş olmak Ebû Yûsuf’tan nakledilen bir rivayete, Şâfiî ve Hanbelîler’e göre şarttır. Mâlikîler’e göre sünnet, Hanefîler’e göre ise güzel bir davranıştır.

Farz olan hac veya adanmış bir hac ya da umre niyetiyle ihrama giren kimsenin muhsar olarak ihramdan çıkması halinde bu ibadetleri kazâ etmesinin gerekliliği konusunda fakihler görüş birliği içindedir. Fakihlerin çoğunluğu, nâfile bir hac ya da umre ihramından çıkmak zorunda kalan muhsara kazâ gerekmediği görüşündedir. Çünkü Hz. Peygamber, Hudeybiye’den döndükten sonra hiçbir sahâbeye umrelerini kazâ etmelerini buyurmamış, ertesi yıl yaptıkları umreye de kazâ olarak niyet etmemişlerdir. Hanefî ve Zeydiyye mezhepleri ise nâfile bile olsa bu ibadetin kazâsını gerekli görmekte ve Resûl-i Ekrem ile ashabının Hudeybiye Antlaşması’nı takip eden yıl içinde yaptıkları umrenin -umretü’l-kazâ şeklinde adlandırılmasından da anlaşıldığı gibi- kazâ olarak ifa edildiğini ileri sürmektedirler.


BİBLİYOGRAFYA

, “ḥṣr” md.

, VI, 164.

Müslim, “Ḥac”, 105-108.

İbn Mâce, “Menâsik”, 85.

Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 43.

Tirmizî, “Ḥac”, 94.

Nesâî, “Ḥac”, 60, “Menâsik”, 102.

Şâfiî, el-Üm, Beyrut 1393/1973, II, 218-219.

, I, 233-235.

, IV, 106-118.

, II, 177-183.

, I, 287-289.

İbn Kudâme, el-Muġnî, Kahire 1388/1968, III, 326-332.

İbnü’l-Murtazâ, el-Baḥrü’z-zeḫḫâr, San‘a 1409/1988, II, 378-394.

, III, 51-60.

Remlî, Nihâyetü’l-muḥtâc, Beyrut 1404/1984, III, 362-371.

, II, 323.

Muhammed b. Ali el-Âmilî, Medârikü’l-aḥkâm fî şerḥi Şerâʾiʿi’l-İslâm, Beyrut 1411/1990, VIII, 285-311.

Muhammed Hasan en-Necefî, Cevâhirü’l-kelâm fî şerḥi Şerâʾiʿi’l-İslâm, Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), XX, 110-165.

“İḥṣâr”, , IV, 5-22.

“İḥṣâr”, , II, 196-222.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2000 yılında İstanbul’da basılan 21. cildinde, 548-549 numaralı sayfalarda yer almıştır.