REHİN

Bir malın bir alacağa karşılık aynî teminat olmasını sağlayan akid ve bu akde konu olan mal anlamında fıkıh terimi.

Müellif:

Sözlükte “devamlı ve sabit olma; elde tutma, hapsetme” anlamlarındaki rehn kökünden türeyen rehin kelimesi terim olarak bir alacak karşılığında teminat işlevi görmek ve gerektiğinde bedelinden bu hakkı tahsil etmek üzere bir malın alacaklı tarafından alıkonulmasını sağlayan akdi veya teminat işlevi gören malı ifade eder. Hanefîler’in tanımında malın fiilen alıkonması (hapis) unsuru özel bir öneme sahiptir. Teminat altına alınacak hakkın niteliğiyle ilgili görüş ayrılıklarının da (aş.bk.) rehin tariflerini etkilediği görülür. Rehin verene râhin, rehin alana mürtehin, rehinle teminata bağlanan hakka merhûn bih, rehin verilen mala merhûn ya da rehîn denilir. Kur’ân-ı Kerîm’de rehn kökünden türemiş kelimeler iki yerde sözlük anlamında (et-Tûr 52/21; el-Müddessir 74/38), bir yerde borç ilişkisinin teminat altına alınmasıyla ilgili olarak (el-Bakara 2/283) geçer. Hadislerde daha çok rehin akdinin sağladığı haklar bağlamında kullanılır (Wensinck, el-Muʿcem, “rhn” md.).

Rehin, uzun veya kısa vadeli alacakların teminat altına alınmasını sağlayan yollardan biri olarak eski bir tarihe sahip olduğu gibi İslâm öncesi Arap toplumunda da yaygın biçimde uygulanmıştır. Bu toplumda rehin, borcun zamanında ödenmemesi durumunda alacaklının rehin konusu malı doğrudan mülkiyetine geçirmesiyle sonuçlanabiliyordu (Cevâd Ali, V, 622). İslâm hukukunda rehinin meşruiyeti kitap, sünnet ve icmâ delillerine dayandırılır. Rehinin Kur’an’daki dayanağı, “Eğer yolculuk halinde iseniz ve kâtip bulamazsanız o takdirde borç karşılığında kabzedilmiş rehinler -alırsınız-” meâlindeki âyettir (el-Bakara 2/283). Fakihlerin çoğunluğu âyetin devamında karşılıklı güvenin bulunması durumunda rehine gerek olmadığının belirtilmesi vb. deliller ışığında buradaki talebin zorunluluk ifade etmediği sonucuna varmıştır (Şâfiî, III, 166; İbn Kudâme, IV, 262). Yine ilk bakışta âyetten, rehine yolculuk halinde borcu kaydedecek kişinin (kâtip) bulunmaması durumunda başvurulacağı izlenimi edinilse de rehinin meşruiyeti için sefer halinde bulunmanın şart olmadığı görüşü hâkimdir; zira âyetteki bu kayıt, o dönemde rehine genellikle borç senedi düzenleme imkânının bulunmadığı yolculukta ihtiyaç duyulmasıyla ilgilidir (Şâfiî, III, 166; İbn Rüşd, II, 230; Ali Haydar, II, 210). Hz. Peygamber’in bir yahudiden veresiye satın aldığı tahıl için zırhını rehin bırakmış olması da (Buhârî, “Rehn”, 2, “Selem”, 6, “Büyûʿ”, 14, 33) rehin akdinin meşruiyetinin yolculuk haline münhasır olmadığını gösterir. Buna karşılık âyeti lafzî olarak yorumlayan Zâhirîler rehinin meşruiyetinin sefer haliyle sınırlı olduğu görüşündedir (İbn Hazm, VI, 362). Resûl-i Ekrem, bizzat rehin vererek toplumdaki rehin uygulamasını takrir etmekle birlikte bu akdin Câhiliye dönemindeki bazı sonuçlarını değiştirip yeniden düzenlemiştir. Özellikle, “-Borca karşılık- rehine zorla sahip çıkılamaz” hadisiyle (İbn Mâce, “Rühûn”, 3; el-Muvaṭṭaʾ, “Aḳżıye”, 12) rehin alanın borcunu tahsil edemediğinde rehine mâlik olması kuralına son vermiştir. Başlangıçtan itibaren hiçbir İslâm âlimi farklı görüş belirtmediğinden rehinin meşruiyeti icmâ deliliyle de desteklenmiştir.

Hukuk Sistematiğindeki Yeri ve İşlevi. Borçlunun borcunu zamanında ve eksiksiz olarak ifa etmemesi tehlikesine karşı alacaklıya tanınan garantiler (teminat) Kara Avrupası hukuk sisteminde genellikle şahsî ve aynî olmak üzere iki kısma ayrılır. Bir üçüncü kişi borçlu sıfatıyla alacaklı için bir teminat oluşturuyor ve alacaklının tatminini üzerine alıyorsa bu durumda -garanti verenin zimmeti ve şahsıyla ilgili- şahsî bir teminat söz konusu olur ki bu türün tipik örneği kefalettir. Eğer alacak doğrudan doğruya bu iş için tahsis edilen bir malın kıymetiyle teminat altına alınıyorsa bu takdirde aynî teminattan bahsedilebilir; bu da temelde rehindir. Borç ödenmediği durumda alacaklı, teminat gayesine tahsis olunan malın satış bedeli üzerinden alacağını elde edebilir. Fıkıh literatüründe aynî ve şahsî teminat terimleri açık olarak kullanılmamakla birlikte kefaletin şahsî bir hak olan alacağın talebi (mütâlebe), rehinin ise alacağın bir malın değeri üzerinden elde edilmesi yoluyla farklı şekillerde teminat (vesika) görevi gördüğü vurgulanmakta ve şahsî-aynî teminat ayırımına paralel bir sınıflamaya gidilmektedir (Debbusi’nin “el-Esrar fi’l-Usul ve’l-Fürûʿ” Adlı Eseri, II, 1039; Serahsî, XIX, 35; Ali Haydar, II, 212). Kara Avrupası hukuk sisteminde şahsî teminatların borçlar hukukunda incelenmesine karşılık rehin akdi ve bu akidden doğan rehin hakkı, başkasına ait bir mal üzerinde teminat fonksiyonu gören ve hukuk tekniği açısından özellik arzeden bir aynî hak olması yönüyle eşya hukukunda ele alınır. Rehin hakkı, eşya üzerinde aynî nitelikli yetkiler vermesi bakımından aynî bir hak olmakla birlikte kapsamı bakımından sınırlı, varlığı bir alacağın varlığına bağlı olması bakımından da fer‘î bir aynî haktır. Borçlunun rehinin paraya çevrilmesi yoluyla takibi ise icra ve iflâs hukukunun konusudur. Rehin akdi ve bundan doğan hakla ilgili hükümler fıkıh eserlerinde “rehn” başlığı altında müstakil bir bölümde incelendiği gibi borçlunun rehinin paraya çevrilmesi yoluyla takibi de bu bölümün yanı sıra kısmen “teflîs” başlığı altında ele alınır. Rehin bir yandan alacaklının alacağını teminat altına almasına, diğer yandan yeterli nakde sahip olmayan kişilerin ihtiyaç duydukları malları ve -bazı doktrinlerde- hizmetleri veresiye olarak temin etmelerine yani âcil kredi ihtiyacını karşılamalarına imkân sağladığından (Ali Haydar, II, 211, 212) çağlar boyunca ekonomik hayat için canlandırıcı etkiye sahip hukukî bir müessese olmuştur. Rehinin önemli bir fonksiyonu da borçlunun iflâsı veya ölümü halinde rehinli alacaklıyı diğer alacaklılara nisbetle öncelikli konuma getirmesidir (aş.bk.).

Rehin Akdinin Kuruluşu. Rehin, sözleşmelerle ilgili genel hükümlere tâbi olarak kurulan ve rehin veren açısından bağlayıcı (lâzım) iken mürtehin açısından bağlayıcı sayılmayan bir akiddir. Bazı mezheplerde tarafların ehliyeti bakımından farklı yaklaşımlar bulunmakla birlikte rehin akdi genellikle teberru niteliğinde görülür. 1. Tarafları. Hanefî doktrininde rehinin taraflarında aranacak genel şartlar bakımından satım sözleşmesi model alınır. Buna göre rehin akdinin taraflarının bulûğ çağına ermiş ve reşid olmaları gerekmez; mümeyyiz küçük ve sefih kanunî temsilcisinin izni veya icâzetiyle rehin alabilir ve verebilir. Mâlikîler, görüşleri Hanefîler’inkine yakın olmakla birlikte rehinin satım ve karz gibi bir akde bağlı olmaması halinde teberru niteliği taşıyacağı için bu kişilerin rehin vermesini câiz görmezler. Akidler konusundaki genel tavırları ve rehin akdinin hükümleriyle ilgili yaklaşımları gereği Şâfiîler’e göre mümeyyiz küçük ve sefih rehin akdine taraf olamaz. Hanbelî mezhebindeki hâkim kanaat bunların rehin veremeyeceği fakat alabileceği yönündedir (Mübârek b. Muhammed ed-Düaylec, s. 167-183). Rehinin taraflarının birden fazla olması mümkündür. Buna göre bir kişinin iki veya daha fazla borçlusu o kişiye tek bir malı aynı akidle rehin verebileceği gibi bir kişi borçlu olduğu iki ayrı kişiye tek bir malı rehin bırakabilir (Serahsî, XXI, 164-165; Mecelle, md. 739-740).

2. Rehinle Teminata Bağlanacak Hak (Merhûn bih). Alacak haklarının (deyn) rehinle güvence altına alınabileceği hususunda fikir birliği vardır. Zimmette sabit olması halinde menfaatler karşılığında da rehin alınabilir. Meselâ hizmet akdinden doğan yapma borcu böyledir; işçi taahhüdünü yerine getirmezse rehin satılarak bedeliyle yerine başkası istihdam edilir. Buna karşılık kiralanan muayyen bir evden yararlanma hakkı gibi zimmette sabit olmayan bizâtihi menfaatler karşılığında rehin alınamaz. Muayyen malların (ayn) rehinle teminat altına alınması ise tartışmalıdır. Şâfiî mezhebinde rehin akdi sadece alacak hakları karşılığında kurulabildiğinden aynın rehinle teminat altına alınması mümkün değildir. Diğer mezheplerde ise ayn konusunda tazmin sorumluluğunun bulunup bulunmaması ve tazmin biçimi ölçü alınır. a) Tazmin sorumluluğu bulunmayanlar. Vedîa, âriyet, mudârebe gibi emanet akidlerine konu olan malların helâki halinde tazmin sorumluluğu bulunmadığından bunların güvence altına alınması için rehin akdi kurulamaz. b) Helâki halinde misli veya kıymetiyle tazmin edilmesi gerekenler (madmûne bi-nefsihâ). Meselâ gāsıbın elindeki mağsub mal Hanefî ve Hanbelîler’e göre rehinle güvenceye bağlanabilir. Mâlikîler’e göre süs eşyası ve giysi gibi saklanabilir bir mal ise bu yola başvurulabilir, gayri menkul ve hayvan gibi saklanamaz nitelikte ise rehinle teminat altına alınamaz. c) Helâki halinde misli veya kıymeti dışında bir yolla tazmin edilmesi gerekenler (madmûne bi-gayrihâ). Meselâ satılmış olup halen satıcının elinde bulunan mal böyledir; bunun helâki durumunda satıcı alıcıya semenini ödemekle yükümlüdür. Bu tür malla ilgili görüşler önceki maddede olduğu gibidir; ancak Hanefî mezhebindeki iki rivayetten biri cevaz yönündeyken mezhepte esas alınan görüşe göre bunun rehinle teminat altına alınması câiz değildir. Zâhirîler’e göre ise sadece vadeli borçlanmanın söz konusu olabileceği alım satım, selem ve karz akidleriyle sabit olan alacağı güvenceye bağlamak üzere rehin alınabilir (İbn Hazm, VI, 362). Öte yandan fakihlerin çoğunluğu, ileriki bir tarihte meydana gelecek alacak için de rehin alınabileceği kanaatindedir; Şâfiîler ve bazı Hanbelîler ise alacağın fiilen tahakkuk etmiş olmasını şart koşar (Şâfiî, III, 167; İbn Rüşd, II, 230). Satılan mal üzerinde hak iddia edilmesi ihtimali karşılığında alıcının satıcıdan kefalet istemesi tecviz edilirken rehin alması (er-rehnü bi’d-derek) câiz görülmez.

3. Rehin Verilecek Mal. Rehin sözleşmesine konu olan malın kural olarak satım akdine konu olan malda aranan özellikleri taşıması gerekir. Buna göre rehin edilecek mal akid anında mevcut, teslimi mümkün ve müslümanlar bakımından hukukî değere sahip (mütekavvim) olmalıdır (Kâsânî, VI, 135; Mecelle, md. 709). Alacaklar, menfaatler, akid anında mevcut olmayan ve belirsizlik sebebiyle satışı câiz olmayan nesneler vb. rehin edilemez. Mâlikî mezhebi yanında bazı Şâfiî ve Hanbelî fakihleri tarafından alacak haklarının rehine konu olabileceği kabul edilmiştir; ancak Mâlikîler bunu alacağın belgeye bağlanmış olması gibi bazı şartlarla câiz görürler (Derdîr, III, 310-311; Vehbe ez-Zühaylî, V, 227-228).

Hanefî mezhebi -rehin akdinin öncelikli hükmü olan zilyedlikle ilgili ilkesi gereği- rehin verilecek malın bir bütün olarak rehine konu olması hususunda hassas davranır (İbn Âbidîn, VI, 479; Vehbe ez-Zühaylî, V, 206). Buna göre müşterek malın bazı hisseleri dışarıda kalarak (müşâ‘ olarak) akde konu olması rehinin asıl hükmü olan devamlı zilyedliğe imkân vermediği için câiz değildir. İki kişinin aynı kişiye borçları karşılığında bir malı aynı akidle rehin vermesi vb. durumlarda ise malın belirli hisseleri rehin akdi dışında kalmış olmaz (ayrıca bk. Mܪ‘). Yine Hanefîler’e göre merhûnun rehin edenin hakkından bağımsız halde bulunması ve doğal olarak bitişik olduğu şeylerden ayrı rehnedilmemesi gerekir. Meselâ içinde râhinin eşyaları bulunan evin eşyalar dahil olmaksızın rehnedilmesi ve üzerindeki ağaçlar müstesna olmak üzere arazinin rehnedilmesi câiz görülmez. Diğer doktrinlerde rehin akdinin öncelikli hükmü güçlü bir zilyedlik olmadığından rehinli malın satım şartlarını taşıması yeterli olup bir malın sadece belirli bir hissesi rehin verilebilir (İbn Hazm, VI, 364; İbn Rüşd, II, 229). Rehinin rehin bırakana ait bir mal olması gerekmediğinden borçlu başkasından âriyet olarak alınmış bir malı sahibinin izniyle kendi borcu için rehin verebilir (rehnü’l-müsteâr). Bu durumda âriyet verenin (muîr) koştuğu şartlar varsa bunlara bağlı kalınmalıdır (Kâsânî, VI, 136). Mürtehinin rehin üzerindeki zilyedlik ve hapis yetkisi böyle bir rehinde farklılaşmadığı için muîr borç ödenmeden rehini geri alamaz (İbn Kudâme, IV, 225-226; Mecelle, md. 726, 735; rehnü’l-müsteârın haksız iktisap açısından değerlendirmesi için bk. Çalış, İslâm Hukukunda Haksız İktisap, s. 45 vd.).

4. Rehnin Teslim Alınması. Özellikle rehinle ilgili âyette “teslim alınmış” kaydının bulunması sebebiyle fakihler rehin konusu malın rehin alan tarafından teslim alınması (kabzedilmesi) gerektiği hususunda fikir birliği içindedir. Ancak Zâhirîler’e göre kabz geçerlilik, Hanefî ve Şâfiîler ile Hanbelîler’deki hâkim kanaate göre bağlayıcılık (lüzum) şartıdır; Mâlikîler’de ise tamamlayıcı şarttır. Kabzı sıhhat şartı kabul edenlere göre teslim öncesi rehin akdinin hukukî geçerliliğinden söz edilemezken, bağlayıcılık şartı kabul edenlere göre teslimden önce akid geçerlidir, fakat rehin veren akidden dönebilir. Tamamlayıcı şart sayıldığında ise rehin veren rehini teslime zorlanabilir. Bu konudaki görüş ayrılığının rehin bırakılan malın tesliminden önce râhinin rehin ehliyetini yitirmesi, iflâsı, ölümcül hastalığa yakalanması ya da ölmesi gibi durumlarla ilgili farklı sonuçları da vardır.

Rehinin gayri menkul olması durumunda kabzın gerçekleşmiş sayılması için fiilen teslimin şart olmadığı ve mürtehinin rehine el koymasına hukukî ve fiilî engel bırakmayacak şekilde rehin edenin o maldan el çekmesinin (tahliye) yeterli olacağı hususunda görüş birliği vardır. Ancak bu anlamda tahliyenin şartları hakkında bazı görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Menkul rehininde Ebû Yûsuf tahliyenin yeterli olmayıp satım sözleşmesinde olduğu gibi nakil ve el değiştirmenin gerekli olduğunu söyler; Şâfiî ve Hanbelî mezheplerindeki hâkim kanaat bu görüşe paralel olup eşyanın özelliğine ve örfe göre teslim almaya delâlet eden yollarla rehinin el değiştirmesi gerekir; Mâlikî mezhebinde bu hususta örfün esas alınacağı belirtilir; Hanefî mezhebinde benimsenen görüşe göre ise tahliye yeterlidir (Vehbe ez-Zühaylî, V, 208-209; Mübârek b. Muhammed ed-Düaylec, s. 376-379). Rehinin tarafları rehinli malı güvendikleri bir kişiye (adl) vermek üzere anlaşabilir. Bu durumda rehinin bırakıldığı kişinin zilyedliği (yed-i adl) kural olarak mürtehinin zilyedliği gibi kabul edilirken (Mecelle, md. 752) özellikle rehinli malın korunması gibi bazı hususlarda adl, rehin veren kişinin yerini alır (Ali Haydar, II, 373).

Rehin Hakkının Mahiyeti. Rehin akdinin bağlayıcılık kazanmasıyla doğan rehin hakkının mahiyeti meselesi fıkhın en teknik konularından birini oluşturur. Hanefî doktrininde rehin hakkının sınırlı aynî hak niteliğinde kabul edildiği açık biçimde görülür. Aynî haklar (milk) yaygın biçimde ayn ya da menfaat üzerinde kurulmasına göre tasnif edilirken Hanefîler’de kişinin bir malı zilyedliğinde bulundurma yetkisini ifade eden “milkü’l-yed” tabiri üçüncü bir milk türü olarak kabul edilmiştir. Buna göre rehinde olduğu gibi bir eşyanın zilyedlik altında bulundurulması müstakil bir aynî hak oluşturmaktadır (Serahsî, XXI, 158; Kâsânî, II, 313; IV, 125; VI, 248; Hacak, s. 225-226). Öyle ki Hanefîler tarafından rehin hakkı, kavramların oluşmaya başladığı ilk metinlerden itibaren bir malı kesintisiz biçimde zilyedliğinde bulundurma ve hapsetme konusunda milk nitelikli bir yetki (milkü’l-yed ve’l-habs alâ sebîli’d-devâm) olarak değerlendirilir ve bu mânayı ifade etmek üzere benzer terimler kullanılır; ayrıca mürtehinin rehin aldığı mal üzerindeki zilyedliğinin mâliki bulunduğu mal üzerindeki zilyedliğiyle aynı cinsten olduğu vurgulanır (Debbusi’nin “el-Esrar fi’l-Usul ve’l-Fürûʿ” Adlı Eseri, II, 1040, 1044; Serahsî, XXI, 63, 70; Kâsânî, VI, 239). Bu da mürtehinin rehinin malî değeri üzerinde inhisar ve ihtisas ifade eden bir yetkiye sahip olduğu ve bu yetkinin üçüncü kişilerin müdahalelerine karşı güçlü bir şekilde korunduğu anlamına gelmektedir (ayrıca bk. MİLK). Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikî mezhepleri ise zilyedliği prensipte ayrı bir aynî hak türü olarak düzenlemeyip rehini yarı aynî haklardan (hukuk) biri olan hakku’t-taalluk (hakku’t-taalluk li’stîfâi’l-hak) türü içinde görür (İbn Receb, s. 193). Bu yaklaşıma göre normal bir borç ilişkisinden doğan ve borçlunun zimmetinde kurulan alacak hakkı rehin akdiyle rehinli mal üzerinde kurulmakta (taalluk) ve rehin bu hakkın ödeneceği mal olarak muayyen hale gelmektedir.

Hanefî doktrininde rehin akdinin öncelikli hükmü mürtehinin aynî nitelikli ve kesintisiz bir hapis hakkı ve zilyedlik elde etmesi iken diğer üç doktrin açısından bu hüküm, alacağın rehine taalluku ve rehinin alacak için muayyen bir teminat haline gelmesidir. Bu sebeple Şâfiîler’de mürtehinin sürekli bir zilyedliği söz konusu değildir; Hanbelî ve Mâlikîler’de sürekli zilyedlik ve hapis hakkı söz konusu olmakla birlikte bu akdin ikinci derecedeki bir sonucudur, Hanefîler’deki kadar güçlü bir yetki görünümü taşımaz. Rehin işleminin öncelikli hükmü hakkındaki bu farklılık rehinle ilgili birçok hüküm farklılığının dayanağını oluşturur (Debbusi’nin “el-Esrar fi’l-Usul ve’l-Fürûʿ” Adlı Eseri, II, 1037; Şehâbeddin ez-Zencânî, s. 204-207). Rehin sözleşmesi sonrasında borçlunun zimmetiyle sorumluluğu devam etmekte olduğu için rehin alacaklının alacağını talebe engel değildir (Mecelle, md. 730).

Rehinli Malla İlgili Tazmin Sorumluluğu. Rehinin mürtehinin elinde tazmin sorumluluğu olan bir mal mı sayılacağı yoksa emanet hükümlerine mi tâbi olacağı büyük ölçüde rehin hakkının mahiyetiyle bağlantılı bir konudur. Hanefîler mürtehine sahip olduğu güçlü yetkiye denk bir sorumluluk yükler ve merhûnun rehin sebebi borca eşit miktardaki değerinin tazmin sorumluluğu altında olduğu ilkesini benimser. Buna göre rehinli mal aynı itibariyle emanet hükmünde olsa da malî değeri itibariyle mürtehine tazmin sorumluluğu yükler; bir başka anlatımla merhûnun rehinle teminat altına alınan alacağı aşan kısmı emanet sayılmakla birlikte bu alacağa denk düşen kısmı tazmin sorumluluğuna konu olur (Serahsî, XXI, 64). Bu yaklaşımın pratik sonucu şudur: Mürtehinin kasıt veya kusurunun bulunmaması durumunda emanet hükümleri merhûnun sadece alacağı aşan kısmına uygulanır, yani bu kısım için bir tazmin sorumluluğu olmaz, alacağa denk kısmı ise tazmin sorumluluğu altında olduğu için borçlunun bu miktarda borcu düşmüş olur. Hanefîler’in dışındaki çoğunluk ise rehinli alacaklıya Hanefîler’deki gibi güçlü bir zilyedlik yetkisi vermediğinden bunun karşılığında ağır bir sorumluluk yüklemez ve rehin konusu malın onun elinde emanet hükmünde olduğunu kabul eder. Ancak Mâlikîler kaybolması muhtemel olan süs eşyası, silâh, elbise vb. malların mürtehine tazmin sorumluluğu yüklediği görüşündedir (Vehbe ez-Zühaylî, V, 271).

Rehin Üzerinde Tasarruf ve Rehinden İstifade. Râhinin rehin üzerinde mürtehinin izni olmadan hukukî tasarruflarda bulunması kural olarak geçerli görülmez. Rehinin satılması Hanefîler’e göre mürtehinin iznine bağlı olduğundan onun izin vermesi durumunda satış bedeli kendiliğinden rehinin yerini alır (Kâsânî, VI, 146). Diğer üç doktrinde kira, satım vb. tasarruflar rehinin teminat olma özelliğini ortadan kaldırdığı için bâtıl sayılır (Vehbe ez-Zühaylî, V, 263). Mürtehinin hukukî tasarrufları ise Hanefî ve Mâlikîler’de kural olarak üçüncü kişinin tasarrufu hükmünde iken Şâfiî ve Hanbelîler’e göre bâtıldır.

Fakihler -binilen, sağılan, hizmetinden yararlanılanlar dışında- rehinin menfaatlerinin râhine ait olduğu ve râhinin mürtehine zarar veren hiçbir tasarrufta bulunmaması gerektiği hususunda görüş birliği içindedir. Râhinin mürtehine zarar vermeden rehinden yararlanması da ondan izin alıp almamasına göre değerlendirilir. İzin almışsa rehinli maldan yararlanması -bunun biçimi hakkında bazı görüş farklılıkları olsa da- dört mezhebe göre câizdir. Ancak bunun rehinin mürtehinin zilyedliğinden çıkmasını gerektirmesi durumunda rehin akdine ve tazmin sorumluluğuna etkisi mezheplere göre farklılıklar taşır. Râhinin mürtehinden izin almadan rehinli maldan yararlanması Hanefî ve Hanbelîler’e göre câiz değildir, Mâlikî ve Şâfiî mezhepleri mürtehine zarar vermemek kaydıyla bunda sakınca görmez; ancak Mâlikîler’in râhinin rehinden bizzat değil mürtehin aracılığı ile yararlanabilmesi ilkesi burada da geçerlidir (Mübârek b. Muhammed ed-Düaylec, s. 533-539).

Rehin alan kişinin akid esnasında şart koşulmamışsa veya rehin verenin izni yoksa, kural olarak rehini kullanma ve menfaatlerinden yararlanma yetkisi yoktur. Bazı fakihler merhûnun binilen, sağılan, hizmetinden yararlanılan türden olması halini mürtehinin ona harcama yapıp yapmamasına göre değerlendirse de genel kanaat bu durumda da râhinin izni olmadan yararlanamayacağı yönündedir. Râhinin izin vermesi durumu ise bunun akid esnasında şart koşulup koşulmaması ve rehinle teminat altına alınan alacağın karz ile ilişkisi dikkate alınarak geniş biçimde tartışılmıştır. Bu konuda olumsuz yaklaşım sergileyen fakihlerin temel kaygısının bu yararlanmanın ribâ şüphesi taşımasıyla ilgili olduğu anlaşılmaktadır (a.g.e., s. 553-555, 565-584).

Rehinle İlgili Harcamalar. Rehinli malın bir hayvan olması gibi harcama ve bakım gerektirmesi durumunda fakihlerin çoğunluğu her türlü harcama ve masrafların rehin veren kişinin sorumluluğunda olduğu görüşündeyken Hanefîler masraflarda ilgili tarafların rehin üzerinde sahip oldukları aynî haklar doğrultusunda bir ayırım yapar. Buna göre rehinli malın varlığının ve menfaatlerinin devamına yönelik masraflar ayn mâliki olarak râhine, zilyedlikle irtibatlı olarak muhafazaya yönelik masraflar ise mürtehine aittir. Dolayısıyla rehin verilen bir hayvanın yiyeceğini sağlamak rehin verenin, muhafazası için gerekli yeri sağlamak mürtehinin görevidir (Kâsânî, VI, 151).

Rehinin Satımı ve Rehin Akdinin Sona Ermesi. Rehin akdinin son bulmasının normal yolu rehin sebebi olan borcun eksiksiz ifasıdır. Borcun bu şekilde ifası ile merhûn rehin olmaktan çıkar ve mürtehinin rehin üzerindeki hapis hakkı son bulduğu için onu geri vermesi gerekir. Borç ifa edilmediğinde mürtehin rehin üzerinde mülkiyet iddiası içeren bir işlem yapamayacağı gibi tarafların bu yönde yapacakları anlaşmalar da geçersizdir. Borç vaktinde ödenmediğinde rehin bir icra takibi aracı haline gelir, yani rehinli alacaklı sadece rehinin satışa çıkarılıp bedelinden alacağının ödenmesini talep hakkına sahip olur.

Rehin üzerinde râhinin mülkiyetiyle mürtehinin hapis hakkı birleştiği için taraflardan birinin tek başına rehini satması geçerli değildir (Mecelle, md. 756). Bu sebeple borcun ödenme vakti geldiği halde rehin veren borçlu borcu ifa etmez, eksik veya kötü ifa ederse rehin alacaklısı mahkemeye başvurup rehinin paraya çevrilerek satış bedelinden alacağının ödenmesini isteyebilir. Hâkim de hayatta ise borçluya veya vekiline, hayatta değilse mirasçılarına borcun belirli bir süre içinde ödenmesini emreder. Mâlikîler’in dışındaki üç mezhebe göre hâkim ödemekten kaçınan borçluya satışa zorlamak üzere tazyik hapsi uygular. Buna rağmen ödeme yapılmazsa rehinli mal cebrî icra yoluyla satılır. Ebû Hanîfe’den gelen iki rivayetten biri bu yönde olmakla birlikte diğer rivayete göre hâkimin cebren satış yapması mümkün değildir. Rehinli malın rehin verenin zaruri ihtiyaçlarından olması durumu değiştirmez (Atar, s. 221). Malın değerinin belirlenmesi hususunda bilirkişilere başvurulabilir ve prensip olarak mal en iyi fiyata satılmaya çalışılır. Başkasından âriyet olarak alınmış malın rehininde borçlu râhinin iflâs etmesi durumunda bile Hanefîler’e göre hâkim bu malı cebren satamaz (Mecelle, md. 736). Diğer doktrinler kural olarak bunu mümkün görmekle birlikte âriyet verenin bu hususta kime ve ne şekilde rücû edeceği hususunda farklı görüşler mevcuttur (Mübârek b. Muhammed ed-Düaylec, s. 312).

Rehin alacaklısının râhini borçtan ibrâ etmesi, borcu ona hibe etmesi, rehin sebebi borcu doğuran akdin ikālesi, mürtehinin borçlu olduğu bir kişiyi râhin üzerine havale etmesi gibi yollar da kural olarak borçlunun zimmetinin borçtan kurtulması anlamı taşıdığı için rehini sona erdirir (Nevevî, IV, 108; Ali Haydar, II, 184-185, 311). Havale rehin veren tarafından yapıldığında mürtehin yeni alacaklısından alacağını teslim almadan rehin sona ermez. Rehin, mürtehin açısından bağlayıcı bir akid olmadığından onun tek taraflı olarak rehni feshetmesi de akdi sona erdirir. Mürtehinin rehini sahibine -ödünç kastıyla da olsa- teslim etmesi Şâfiîler’in dışındaki çoğunluğa göre rehin akdini sona erdiren başka bir sebeptir.

Merhûnun satılması rehini sona erdirmekle birlikte Hanefî doktrininde bu satış hâkim tarafından cebrî olarak değil mürtehinin izniyle yapılıyorsa kural olarak satış bedeli rehin yerine geçeceğinden akid kendiliğinden sona ermez (Vehbe ez-Zühaylî, V, 288). Rehin veren ve alan tarafların rehinin kabzı sonrasında ölümüyle de rehin akdi sona ermez ve verese tarafların yerini alır (Mecelle, md. 733, 738). Bu ise rehinin teminat fonksiyonunun tabii bir sonucudur. Zâhirîler, bu fonksiyonu büyük ölçüde zayıflatan bir yaklaşımı benimseyerek, taraflardan birinin ölümüyle rehin akdinin ortadan kalkacağına ve mürtehinin diğer alacaklılarla aynı seviyeye geleceğine hükmetmişlerdir (İbn Hazm, VI, 380). Merhûnun helâki durumunda rehin akdi kural olarak sona ererken râhin ya da üçüncü kişiler tarafından telef edilmesi halinde ise tazmin bedeli rehin yerine konularak rehin devam eder.

Merhûnun tamamının alacağın her bir parçası karşılığında rehin edilmiş olduğu kuralı gereği rehin sebebi olan borcun kısmen ifası durumunda rehin üzerinde bir değişiklik meydana gelmez, borcun en küçük bir kısmı kalsa bile rehin olduğu gibi devam eder. İki farklı kişiye olan borcu için tek bir rehin veren kişi borçlularından sadece birine ifada bulunduğunda rehinin borca karşılık gelen miktarını geri isteyemeyeceği gibi mürtehinin iki ayrı borçlusundan tek bir rehin alması durumunda Hanefîler’de benzer hüküm geçerlidir. Bu tedbirle taraflardan diğeriyle olan rehinin sıhhatini bozacak bir şüyû meydana gelmesi engellenmektedir. Diğer üç doktrin açısından ise şüyû bir sorun teşkil etmediğinden borçlulardan birinin ifasıyla ona karşılık gelen kısım rehinden kurtulur (Burhâneddin el-Mergīnânî, X, 169; Mecelle, md. 731, 739-740; Mübârek b. Muhammed ed-Düaylec, s. 684-686). Diğer alacaklıların hakkı sadece zimmete bağlı iken, rehinli alacaklının hakkı borçlunun hem zimmeti hem de rehin konusu malla ilgili olduğu için borçlunun iflâsı halinde mevcut mal varlığından veya ölümü halinde terekesinden borçları ödenirken rehinli alacaklılara öncelik tanınır, bunların alacağı ödenmedikçe diğer alacaklılar ve vârisler hak iddia edemez.

İslâm hukukunda rehindeki hapis hakkından farklı olarak aynî teminat fonksiyonu gören diğer bir kurum olan ve rehindeki gibi özel bir sözleşmeyle değil de satım sözleşmesi gibi belirli akidler esnasında kanundan doğan bir hapis hakkı daha vardır ve Hanefî doktrininde bu bir aynî hak mahiyetindedir (Mustafa Ahmed ez-Zerkā, III, 32, 38-39; Atar, s. 223). Bu yetki, bir malı zilyedlikte bulundurma ve hak sahibine alacağını tahsil noktasında öncelik hakkı vermekle birlikte bu hakkın rehinden en önemli farkı, hak sahibinin hak konusu malın satılmasını bizzat talep etme yetkisinin olmamasıdır (Ali Haydar, I, 448; bk. HAPİS HAKKI).

Önemli bir kredi teminat vesilesi olan gayri menkul rehininin en yaygın türü ve Arap ülkelerinde de resmî rehin olarak anılan ipotek İslâm hukukundaki gayri menkul rehini ile prensipte benzerdir. Her iki kurumun ana görevi teminat olup aradaki temel fark, menkul ve akar zilyedliğinin tesisinde fıkıhta belirgin bir farklılık olmadığı halde modern hukuk sistemlerinde gayri menkullerde tapu tescilinin zilyedlik yerine geçmesi ve akar mâlikinin mürtehinin iznine gerek kalmadan akar üzerinde satış vb. tasarruflarda bulunabilmesidir. Ancak bu satış söz konusu rehinin hukukî geleceğini değiştirmediğinden ipoteğin fıkıhtaki rehin kurumunun ruhuna aykırı olmadığı söylenebilir. Konu, rehinden ziyade gayri menkul zilyedliğinin genel hükümleri ve tapu tescilinin kabz ve teslim yerine geçip geçmeyeceği meselesiyle ilgilidir (Vehbe ez-Zühaylî, V, 210; ayrıca bk. ZİLYEDLİK). Özü itibariyle bir gayri menkulün değeri üzerinden kredi temin yolu olan -mahiyeti ve geçerliliği geniş biçimde tartışılmış- bazı yeni akid türlerinin de bir yönüyle rehin müessesesiyle irtibatlı olduğu görülmektedir (bk. BEY‘ bi’l-VEFÂ).

BİBLİYOGRAFYA
Lisânü’l-ʿArab, “rhn” md.; Fîrûzâbâdî, el-Ḳāmûsü’l-muḥîṭ, “rhn” md.; Şâfiî, el-Üm (nşr. Mahmûd Mataracî), Beyrut 1993, III, 166, 167, 168, 171, 222; Cessâs, Aḥkâmü’l-Ḳurʾân (Kamhâvî), II, 258, 260, 261, 262, 265, 269-271; Debbusi’nin “el-Esrar fi’l-Usul ve’l-Fürûʿ” Adlı Eserinin Tahkik ve Tahlili (haz. Salim Özer, doktora tezi, 1997), EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, II, 1037, 1039, 1040, 1044; İbn Hazm, el-Muḥallâ (nşr. Abdülgaffâr Süleyman el-Bündârî), Beyrut 1988, VI, 362, 363, 364, 371, 380, 382, 383, 391; Serahsî, el-Mebsûṭ, XIX, 35; XXI, 63, 64, 70, 158, 161, 164-165; Kâsânî, Bedâʾiʿ, II, 313; IV, 125, 202; V, 171; VI, 135-138, 140-142, 144, 145, 146, 151, 239, 248, 249; Burhâneddin el-Mergīnânî, el-Hidâye (İbnü’l-Hümâm, Fetḥu’l-ḳadîr içinde), X, 169, 185; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, İstanbul 1985, II, 228, 229, 230, 231, 232, 233; İbn Kudâme, el-Muġnî, Beyrut 1405/1984, IV, 225-226, 231-232, 261, 262; Seyfeddin el-Âmidî, el-İḥkâm fî uṣûli’l-aḥkâm, Beyrut 1988, III, 100; Şehâbeddin ez-Zencânî, Taḫrîcü’l-fürûʿ ʿale’l-uṣûl (nşr. M. Edîb Sâlih), Beyrut 1987, s. 203-207; Nevevî, Ravżatü’ṭ-ṭâlibîn (nşr. Züheyr eş-Şâvîş), Beyrut 1405/1985, IV, 104, 108; Bâbertî, Şerḥu’l-ʿİnâye (İbnü’l-Hümâm, Fetḥu’l-ḳadîr içinde), VII, 180; Bedreddin ez-Zerkeşî, el-Mens̱ûr fi’l-ḳavâʿid (nşr. Teysîr Fâik Ahmed Mahmûd), Küveyt 1402/1982, I, 364-366; İbn Receb, Taḳrîrü’l-ḳavâʿid ve taḥrîrü’l-fevâʾid, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), s. 193; Hatîb eş-Şirbînî, Muġni’l-muḥtâc, Kahire, 1329, II, 125; Kadızâde, Tekmiletü Fetḥi’l-ḳadîr (İbnü’l-Hümâm, Fetḥu’l-ḳadîr içinde), X, 140, 152; Derdîr, eş-Şerḥu’ṣ-ṣaġīr (nşr. Mustafa Kemâl Vasfî), Birleşik Arap Emirlikleri 1410/1989, III, 303, 310-311; İbn Âbidîn, Reddü’l-muḥtâr (Kahire), VI, 479; Kadri Paşa, Mürşidü’l-ḥayrân, md. 975-1025; Mecelle, md. 706, 708-710, 726, 729, 730, 731, 733, 735, 736, 738, 739-740, 750, 756; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, İstanbul 1330, I, 448; II, 184-185, 207, 210, 211, 212, 214, 311, 369, 373; Ferit Hakkı Saymen – H. Kemal Elbir, Türk Eşya Hukuku Dersleri, İstanbul 1963, s. 553; Mustafa Ahmed ez-Zerkā, el-Fıḳhü’l-İslâmî fî s̱evbihi’l-cedîd, Dımaşk 1967-68, III, 32, 37-39, 103, 104; Cevâd Ali, el-Mufaṣṣal, V, 622; Şâfiî Abdurrahman Seyyid Avad, ʿAḳdü’r-rehn fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Kahire 1398/1978; Bülent Köprülü – Selim Kaneti, Sınırlı Aynî Haklar, İstanbul 1982-83, s. 251; M. İsmâil Ebü’r-Reyş, Beyânü meẕâhibi’l-fuḳahâʾ fî ʿaḳdi’r-rehn, Kahire 1406/1986, s. 10, 11, 14, 53-56; M. Fethî ed-Dirînî, el-Fıḳhü’l-İslâmî el-muḳāren, Dımaşk 1407/1987, s. 647, 659; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıḳhü’l-İslâmî ve edilletüh, Dımaşk 1989, V, 185, 198, 200-203, 206, 208-209, 210, 227-228, 254, 259, 263, 271, 288; Fahrettin Atar, İslâm İcra ve İflas Hukuku, İstanbul 1990, s. 207-208, 218, 219, 221, 223; Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1991, III, 140, 176; Kemal Oğuzman – Özer Seliçi, Eşya Hukuku, İstanbul 1992, s. 781, 783, 829, 830, 877, 881, 890, 895; Halit Çalış, İslâm Hukukunda Haksız İktisap (yüksek lisans tezi, 1995), Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 45 vd.; a.mlf., İslam Hukukunda Özel Mülkiyet ve Sınırlamaları, Konya 2004, s. 219-222, 223, 224, 225, 226; Mübârek b. Muhammed ed-Düaylec, er-Rehn fi’l-fıḳhi’l-İslâmî, Riyad 1420/2000, s. 167-183, 312, 376-379, 533-539, 553-555, 565-584, 684-686, 700, 701; Hasan Hacak, İslam Hukukunun Klasik Kaynaklarında Hak Kavramının Analizi (doktora tezi, 2000), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 225-226; İbrâhim ed-Desûkī eş-Şehâvî, “er-Rehn”, ME, XLV/1 (1973), s. 45-48; a.mlf., “İntifâʾü’l-mürtehin bi’l-merhûn”, a.e., XLV/5 (1973), s. 430-434; Joseph Schacht, “Rehin”, İA, IX, 670-671; “Rehn”, Mv.F, XXIII, 175-190.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2007 yılında İstanbul’da basılan 34. cildinde, 538-542 numaralı sayfalarda yer almıştır.