TESBÎTÜ DELÂİLİ’n-NÜBÜVVE

Kādî Abdülcebbâr’ın (ö. 415/1025) Hz. Peygamber’in mûcizelerine dair eseri.

Müellif:

Adı mukaddimede Tes̱bîtü delâʾili nübüvveti nebiyyinâ Muḥammed (resûlillâh ṣalavâtullāhi ʿaleyhi ve selâmüh) şeklindedir (vr. 2a). Tabakat kitaplarında ise Delâʾilü’n-nübüvve, Tes̱bîtü delâʾili’n-nübüvve olarak kaydedilmiştir (neşredenin girişi, s. k). Kādî Abdülcebbâr, daha önce telif ettiği el-Muġnî adlı eserinin XV. cildinde nübüvvetin ilâhî dinlerdeki konumunu anlatırken mûcizenin vasıf ve şartlarına temas etmiş (XV, 147-269), XVI. ciltte Kur’an’ın mûciz oluşunun esasları, bunun için ileri sürülebilecek karşı düşüncelerin eleştirisi, Şiî-Bâtınî telakkilerin reddi gibi konuları işlemiştir (s. 143-433). Tes̱bîtü delâʾili’n-nübüvve’de ise Resûlullah’ın gaybdan haber vermesi ve olağan üstü tecelliler şeklindeki sosyolojik gelişmeler çerçevesinde başarıya ulaşması hususu yorumlanarak onun nübüvveti için kanıt konumuna getirilmiştir.

Kitap elli sekiz bölümden (bab) meydana gelmiştir. Eserin yaklaşık beşte biri hacmindeki başlık taşımayan son kısmı (vr. 239b-313b) nâşir tarafından on sekiz bölüme ayrılarak kitabın fihrist kısmına konmuştur. Bununla birlikte toplam yetmiş altı bölümden oluşan Tes̱bîtü delâʾili’n-nübüvve’nin muhtevasını beş bölüm halinde incelemek mümkündür. Kısa bir mukaddimenin ardından birinci bölümde Hz. Peygamber’in nübüvvetinin ilk dönemi ele alınmaktadır. Resûl-i Ekrem’in içinde yaşadığı toplumun yanı sıra yahudi, hıristiyan, Mecûsî vb. inanç sahiplerine, Arap, Fars, Hint, Rum gibi ırklara mensup insanlara hitap ettiği, onların inanç ve davranışlarını eleştirdiği, dünyada yenilgiye, âhirette ebedî hüsrana uğrayacaklarını söylediği belirtilir. Resûlullah’ın maddî gücü, fazla taraftarı ve koruması bulunmadığı halde faaliyetlerini sürdürdüğü, ona inananların sayısının gittikçe arttığı, bunların baskı ve işkencelere mâruz kaldığı ifade edilir. Bu arada Hz. Mûsâ ile Îsâ’nın tebliğ hayatına da değinilir. Mısır’da Firavun’un zulmü altında kalan İsrâiloğulları aslında -Hz. Muhammed’in muhataplarının aksine- önceki peygamberleri bilen, tevhid inancından, âhiret hayatından ve ibadetlerden haberdar olan kimselerdi. Diğer peygamberler ve Hz. Îsâ da aynı soydan gelenlere hitap etmişti. Ardından Resûl-i Ekrem’in Medine’ye hicretine geçilir. Resûl-i Ekrem’in Medine’deki hayatının ve onun yolunu izleyen dört halife döneminin olağan üstü bir durum sayıldığı ifade edilerek bütün bunların Allah’ın iradesiyle vuku bulduğu, Resûlullah’ın sarsılmaz bir metanete sahip kılındığı ve daha sonraki gelişmelerin de böyle gerçekleşeceğini haber verdiği belirtilir. Dolayısıyla son peygamberin nübüvvetini kanıtlayan bu delil bir taraftan sosyolojik bir nitelik taşırken diğer taraftan gaybın bilinmesini gerektirir. Ardından Kur’an’ın ve Resûlullah’ın haber verdiği bazı olaylara değinilir ve bunların gaybın Allah’tan başka hiç kimse tarafından bilinemeyeceği ilkesine göre peygamberlik kanıtlarından kabul edildiği dile getirilir. Söz konusu olaylar arasında Ebû Leheb ile karısının iman etmeyeceği, Kevser sûresinde geçtiği üzere Resûlullah’ın zamanla unutulacağı iddiasının aksine bu iddiayı ileri sürenlerin unutulup yok olacağı, Mekke’de nâzil olan Hac sûresinde (22/39-41) savaşa izin verilip müslümanların baskılardan kurtulacağı günün geleceğinin belirtilmesi ve bunun Medine döneminde gerçekleşmesi, tamamen gayb âlemini ilgilendiren isrâ (mi‘rac) hadisesinin müslümanlarca kabul edilmesi, ayın ikiye bölünmesi (el-Kamer 54/1-5), İranlılar’a yenilen Bizanslılar’ın birkaç yıl içinde onları yenilgiye uğratacağı (er-Rûm 30/1-6) ve Mekke döneminde Resûl-i Ekrem’in sıkıntılar içinde geçen hayatının ileriki dönemlerde parlak bir şekil alacağı (Duhâ ve İnşirâh sûreleri) gibi hususlar zikredilir. Birinci bölüm Hz. Peygamber’in beşer olarak gaybı bilemeyeceği, Kur’an’da yer alan bu hususlara ancak vahiy yoluyla muttali olabileceği gerçeğinin hatırlatılmasıyla sona erer (vr. 2a-42b).

Eserin ikinci bölümü Hıristiyanlığın Melkâiyye (Melkiyye), Ya‘kūbîler (Süryânîler) ve Nestûrîlik mezhepleri çerçevesinde eleştirisine dairdir. Müellif ilâhî dinler içinde mensupları bulunan, fakat tek tanrı inancını yozlaştıran Hıristiyanlığı İslâmiyet’le karşılaştırır. Hıristiyanların Hz. Îsâ ve Rûhulkudüs hakkındaki inancının tanrı tasavvuru şeklinde göründüğü belirtilir. Ardından Hz. Îsâ’dan çok sonra dünyaya gelen, ırkı, dili, yaşadığı coğrafya farklı ve aynı zamanda ümmî olan Resûlullah’ın ortaya koyduğu tevhid inancına dikkat çekilir. Bu konuya dair âyetlerle istidlâl edildikten sonra Hz. Îsâ’nın çarmıha gerilmesi olayına geçilir; yahudilerin onu öldürmediğini ve asmadığını haber veren âyet çerçevesinde (en-Nisâ 4/157) mesele tartışılır. Yahudi ve hıristiyanların bazı peygamberlere yönelik yakıştırmalarına benzer yakıştırmaların İslâm’da Râfizî-Şiî-gālî gruplarınca Kur’an’a, Resûl-i Ekrem’e ve dört halifeye yöneltildiği kaydedilir. Ancak bu tür isnatların naslara aykırı düşmesi yanında aklî istidlâl melekesine ve yeterli bilgiye sahip kişiler tarafından benimsenmediğine işaret edilir. Ardından yine Hz. Îsâ’nın çarmıha gerilmesi, dört İncil’in durumu, İznik Konsili gibi hususlar tartışılır ve neticede hıristiyanların gerçek Mesîh tebligatından ayrılıp Bizans’ın ve Sâbiîler’in anlayışına yaklaştıkları belirtilir (vr. 42b-100a).

Tes̱bîtü delâʾili’n-nübüvve’nin üçüncü bölümünde tekrar Râfizî-Şiî-gālî grupların iddiaları eleştirilir. Müellif, halku’l-Kur’ân meselesinde baskılara mâruz kalan Ahmed b. Hanbel’den bazı kerametlerin zuhur ettiği yolundaki Hanbelî inancını aynı çerçevede değerlendirdikten sonra İmâmiyye’nin Hz. Ali’nin hilâfeti hakkında nas bulunduğu iddiasını reddeder. Onların bu duygusallığını Hişâm b. Hakem, İbnü’r-Râvendî ve Ebû Îsâ el-Verrâk gibi Râfizîler’in istismar ettiğini söyler. Eserde Hz. Peygamber’in vefatı üzerine ortaya çıkan hilâfet anlaşmazlıkları, dört halifeden her birinin ve çevresindeki sahâbîlerin uygulamaları, Abdullah b. Zübeyr ile Muâviye b. Ebû Süfyân arasındaki mücadeleye dair Şîa karşıtı ve Sünnî yanlısı açıklamalar yapılır (vr. 100a-157b). Müellifin bu tür açıklamalardan amacı şu olmalıdır: İslâmiyet’i tebliğ eden Hz. Muhammed dinin anlaşılması ve doğru şekilde temsil edilmesi görevini yerine getirmiş, bu görev kendisinden sonra dört halife ile ardından müslüman çoğunluğunun ileri gelenleri tarafından devam ettirilmiştir. Bu arada halifeler döneminden itibaren başlayan Râfizî-Şiî-gālî vb. hareketler, hiçbir zaman -Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta olduğu gibi- dinin müşterek hüküm ve kabullerini bozacak derecelere ulaşmamıştır.

Dördüncü bölümde Resûl-i Ekrem’in ilk dönemlerine ve sonraki gelişmelere tekrar temas edilir, bu arada ona iman edenlerin samimiyetine vurgu yapılır. Müellife göre bu hususlar başka hiçbir peygambere nasip olmayan mazhariyetler olup mânevî mûcize konumundadır. Sonradan ortaya çıkan yozlaşmalar bile Resûl-i Ekrem’in bunları haber vermesi açısından nübüvvetinin birer kanıtı durumundadır. Ardından, Resûlullah’a dini tebliğ görevini kimseden çekinmeden yerine getirmesini emreden ve istikbalin iman edenlerin lehine olacağını haber veren âyetlerin ışığı altında bunların gerçekleşmesinin gaybı bilme mûcizesi sayıldığı belirtilir. İsrâ sûresindeki tehaddî (meydan okuma) âyeti (17/88) zikredilerek Kur’an’ın bir benzerinin meydana getirilememesi mûcizesine vurgu yapılır. Daha sonra Resûlullah’ın Medine’ye hicreti sırasında orada bulunan yahudilerin kendisine düşmanlık beslediği, münafıklarla iş birliği yaptığı, ancak bütün bunların gaybın Allah tarafından Hz. Peygamber’e bildirilmesi mûcizesiyle neticesiz kaldığı anlatılır. Resûl-i Ekrem’in Bizans ve Fars hükümdarlarına gönderdiği mektuplarda ve ashabıyla olan münasebetlerinde görülen olağan üstü tecellilere temas edilir (vr. 157b-245a). Eserin beşinci bölümü Râfıza’nın Hz. Ali hakkında iddia ettiği mâsumiyet, imamların gaybı bildiği, onların da mûcizelerinin bulunduğu, farz olan hususların Şiîler’i bağlamadığı gibi iddiaların reddiyle başlar. Ardından Hz. Ebû Bekir’in hilâfetinin meşruluğu vurgulanır, Muâviye’nin hilâfeti saltanata çevirdiği belirtilir, bunun yanında aşırı Şiî telakkiler eleştirilir, Karmatî ve Bâtınîler’in ortaya çıkışı vb. hususlardan söz edilir (vr. 245a-313b).

Kādî Abdülcebbâr, Tes̱bîtü delâʾili’n-nübüvve’de Hz. Peygamber’in nübüvvetini kanıtlama konusunda benzeri eserlerden farklı bir yöntem izlemiş ve Kur’an’ı hareket noktası almıştır. Ona göre Kur’an’ın delâilü’n-nübüvveye dair kesin kaynak oluşu fesahat ve belâgatı, gaybdan haber vermesi, aklî istidlâllere kılavuzluk etmesi şeklinde gerçekleşir. Kādî Abdülcebbâr, eserini daha çok Kur’an’ın gaybdan haber veren âyetleri yanında yer yer aynı mahiyetteki hadislere dayandırmıştır. Gayb haberlerinin tecellisi için Resûlullah’ın nübüvvet hayatıyla Hulefâ-yi Râşidîn devrini birinci derecede, 400 (1010) yılına kadar olan dönemi ikinci derecede ele almış, bu süreçte gerçekleşen olayları değerlendirerek Kur’an ve hadislerde mevcut gayb haberlerini doğrulamaya çalışmıştır. Müellifin Kur’an’ın haber vermesine, tarihsel ve sosyolojik olgulara dayalı gayb mûcizesini öne çıkaran bu yönteminin orijinal bir nitelik taşıdığını söylemek gerekir.

Tes̱bîtü delâʾili’n-nübüvve âlimler tarafından takdir edilmiş (neşredenin girişi, s. y), M. Zâhid Kevserî, müslümanların inancını sarsmaya çalışan zümrelerin ileri sürdükleri delilleri bertaraf etmede bu kitaba yaklaşacak başka bir eser görmediğini belirtmiştir (Tebyînü keẕibi’l-müfterî, neşredenin girişi, s. 18). Kādî Abdülcebbâr eserinin baş tarafında (vr. 19b) o esnada hayatta bulunan birinden bahsederken 385 (995) tarihini vermiş, eserin ikinci yarısında ise Resûl-i Ekrem’in zuhurundan itibaren 400 yıl geçtiğini belirtmiştir (vr. 181a). Buna göre eserin telifinin oldukça uzun sürdüğünü söylemek mümkündür. Tes̱bîtü delâʾili’n-nübüvve’de tekrarların ve iç plan düzensizliğinin yanı sıra tarihî bilgilerde de bazı hatalar mevcuttur; Hz. Îsâ’nın Resûlullah’tan bin yıl önce yaşadığı (vr. 51a) ve Hz. Peygamber’in Mekke’de on beş yıl kaldığının zikredilmesi gibi (vr. 157b). Tek yazma nüshasının olduğu bilinen eser (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1575) Abdülkerîm Osman tarafından yayımlanmıştır (I-II, Beyrut 1386/1966 [?]; Tunus 1974). Sholomo Pines, Tes̱bîtü delâʾili’n-nübüvve’de İnciller’den yapılan alıntıların ilk hıristiyan-yahudi geleneğiyle ilişkisi üzerine bir makale yazmış, S. M. Stern de eserde İnciller yanında apokrif metinlerin de kullanıldığına dikkat çekerek Hıristiyanlığa Roma geleneklerinin etkisine dair bilgileri tahlil etmiştir (bk. bibl.).

BİBLİYOGRAFYA
Kādî Abdülcebbâr, Tes̱bîtü delâʾili’n-nübüvve (nşr. Abdülkerîm Osman), Beyrut 1386/1966, s. 124-137; ayrıca bk. neşredenin girişi, s. y, k; a.mlf., el-Muġnî, XV, 147-269; XVI, 143-433; İbn Asâkir, Tebyînü keẕibi’l-müfterî, neşredenin girişi, s. 18; İbnü’l-İmâd, Şeẕerât, III, 203; Brockelmann, GAL Suppl., I, 343; Îżâḥu’l-meknûn, I, 478; S. M. Stern, “Quatations from Apocryphal Gospels in ‘Abd al-Jabbar”, Journal of Theological Studies, XVIII, London 1967, s. 34-57; S. Pines, “Gospel Quatations and Cognate Topics in ‘Abd al-Jabbār’s Tathbīt in Relation to Early Christian and Judaeo-Christian Readings and Traditions”, Jerusalem Studies in Arabic and Islam, IX, Jerusalem 1987, s. 195-278.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2011 yılında İstanbul’da basılan 40. cildinde, 535-536 numaralı sayfalarda yer almıştır.