NABATÎLER

Araplar’ın, yazılarını aldıkları ve dillerinden, dinlerinden etkilendikleri en yakın akrabaları.

Müellif:

Yazılı belgelerde Nabat, Nabât, Nebît, Enbât, Nabatî ve Nubâtî şeklinde geçen ismin -yaşadıkları bölgeye izâfeten- “fışkırmak, parlamak” anlamlarındaki Akkadca nabâtu masdarından veya Tevrat’taki Nabayot şahıs adından (ataları olan Hz. İsmâil’in büyük oğlu) geldiği ileri sürülmektedir (NBD, s. 858; EI2, VII, 834). İslâmî kaynaklarda Enbâtü’s-Sevâd (Irak) ve Enbâtü’ş-Şâm (Suriye) olarak iki tür halinde bahsi geçen Nabatîler’le ilgili birbirinden çok farklı görüşler ortaya atılmıştır. Buna göre, 1. Nabatîler aslında Arap’tır; fakat yabancılarla (acem) birlikte oturmaları sebebiyle nesepleri karışmış ve dilleri bozulmuştur. 2. Sevâd Nabatîleri kökleri İrem’e dayanan Ârâmîler’dir. 3. Dahhâk Irak’ta bir şehir kurmuş ve Nabatîler buraya yerleşmiştir. 4. Buhtunnasr Arap esirlerini Enbâr’da toplamış, bundan dolayı buraya Enbârü’l-Arab denilmiş ve bunlar daha sonra Nabatîler’le karışmıştır (Taberî, I, 197-198, 206, 207, 291-292, 560, 611).

Nabatîler’den, ilk defa Asur hâkimiyeti altındaki şehirleri yağmalayan Araplar üzerine yaptığı seferleri anlatırken Asurbanipal (m.ö. 668-627) söz etmektedir (Nabaiate). Bu çivi yazılı tablete göre Edom ve çevresinde yaşayan Araplar’ın kralı Nabatîler’e sığınarak onları da savaşın içine çekmiştir. Asurbanipal, ayrıca daha önce Asur’a boyun eğmeyen Nabatîler’in kendi hâkimiyetini kabul ettiklerini söylemektedir (Ancient Near Eastern Texts, s. 298, 299, 300). Grek tarihçisi Sicilyalı Diodoros (m.ö. I. yüzyıl) Nabatîler’i çadırlarda yaşayan, hayvancılıkla geçinen ve içki içmeyen, çölün sert şartlarına alışık göçebe bir toplum olarak tanıtmakta ve onun bu anlattıkları Eski Ahid’deki Rekabîler’i hatırlatmaktadır (Yeremya, 35). Nabatîler saldırıya uğradıklarında, yerlerini yalnız kendilerinin bildiği sarnıç ve kuyuların bulunduğu çölün içlerine çekilerek düşmanlarına tuzak hazırlar, kolay kolay kimseye boyun eğmezlerdi. Bu sebeple Buhtunnasr’ın (m.ö. 605-562) Kudüs ve civarını ele geçirip yahudileri Bâbil’e sürmesinin ardından Edomlular’ın kuzeye doğru göç etmeleri sırasında onlar da göçebeliği bırakıp Grekçe kaynaklarda Arabia Petraea (el-Arabiyyetü’s-sahriyye / el-Arabiyyetü’l-haceriyye) denilen bugünkü Ürdün’de Vâdiimûsâ çevresine yerleşmişler ve yavaş yavaş kayaları oyarak Rekem (Ar. Rakīm) adını verdikleri, âdeta ele geçirilmesi imkânsız Petra (Gr. “kaya”) şehrini kurmuşlardır.

Milâttan önce IV. yüzyılın sonlarından itibaren varlığı bilinen Nabatî Krallığı’nın kesin kuruluş tarihi belli değildir. Bu devlet İskender’in ölümünün ardından Diadoklar döneminde önemli roller oynamış, bu arada Antigonos’un iki defa Petra üzerine yolladığı Suriye ordusunu başarısızlığa uğratmıştır. Milâttan önce 170’ten sonraki Nabatî krallarının adları ve hükümranlık süreleri daha açık olarak tesbit edilebilmektedir. Bunların ilki I. Arethas (Haris), en büyükleri milâttan önce 8 ile milâttan sonra 40 yılları arasında saltanat süren ve Nil kıyıları-Akabe körfezinden Kuzey Hicaz’ın büyük bir kısmı dahil Fırat’a kadar olan toprakların tamamına hükmeden IV. Arethas ve sonuncusu III. Malichos’tur (Mâlik). Devlet, Roma İmparatoru Traianus döneminde başşehri Petra ele geçirilince yıkılmış (106), bu tarihten sonra Nabatîler, Sînâ yarımadası ve Doğu Akdeniz kıyıları ile Fırat nehri arasında dağınık bir şekilde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Müslümanların Antakya’yı fetihleri sırasında bölgedeki Cerâcime’ye tâbi Nabatî köylülerinden ve Irak’taki Nabatîler’den söz edilir (Belâzürî, s. 228, 230, 375).

Kızıldeniz’den geçen Deniz İpek yolunun ve Arabistan üzerinden gelen Baharat yolunun Batı’ya açıldığı son durakları ellerinde bulunduran Nabatîler yaptıkları uluslararası ticaret sebebiyle çok zenginleşmişlerdi. Kervanların ve Hindistan’a, Uzakdoğu’ya giden gemilerin çoğu onlara aitti. Ayrıca Lut gölü sahillerinden topladıkları, mumyalama ve gemi kalafatlama işlerinde kullanılan ziftin başta Mısır’a olmak üzere satışından büyük kazanç sağlıyorlardı. Onların zenginliği başşehirleri Petra’ya da yansımıştı.

Nabatîler’den günümüze ulaşan en önemli kalıntı Vâdiimûsâ’da kurulmuş olan tarihî Petra şehridir. Sarp kayalar arasındaki 1200 m. uzunluğunda ve 3-6 m. genişliğinde dar bir geçitten girilen ve tabii bir kale görevi yapan dağların ortasında yer alan Petra’da tamamen kayalar oyularak inşa edilen çok zarif saray, ev, tapınak ve mezarlar Yunan, Roma ve Mezopotamya etkisindeki yerli sanatın bir karışımını yansıtır. Tabii bir su kaynağının bulunmadığı şehirde yağmur sularının gizli kanal ve borularla toplandığı çok sayıda sarnıç yapılmıştır. Şehrin çevresindeki dağlarda, büyük bir bölümü o dönemin yaygın dili Ârâmîce ile yazılan birçok Nabatî kitâbesi bulunmuştur. Bundan dolayı Nabatîler’in Ârâmî asıllı olabilecekleri söylenmişse de kullandıkları dil ve kültürleriyle Araplar’a daha yakındırlar. Kral ve kraliçelerinin Hâris, Mâlik, Zeyd, Ubâde, Şükayle ve Cemîle gibi Araplar’la ortak adlar kullandıkları görülmektedir. Bugünkü Arap yazısı da Nabatî yazısının geliştirilmiş şeklidir (bk. ARAP [Yazı]).

Nabatîler Duşara (Zü’ş-Şara “Petra’nın doğusundaki dağlık bölgenin sahibi”) adında üstün tanrıya ve onun yanı sıra ikinci derecede birçok tanrıya inanıyorlardı. Bunların en önemlileri Câhiliye Arapları’nın da tapındıkları Lât, Menât, Hübel ve Uzzâ idi. “İlâh” anlamında Allah kelimesini de kullanan Nabatîler’in Grek panteonundan etkilendikleri ve bazı hükümdarlarını tanrılaştırdıkları görülmektedir.

Hz. Peygamber döneminde bir kısım Nabatîler kervanlarla Medine’ye mal getirir, bazan selem akdiyle alışveriş yaparlardı (Buhârî, “Selem”, 7; “Meġāzî”, 80; Müslim, “Tevbe”, 53). İbn Abbas, Kureyş’in aslında Kûsî yani Nabatî bir kabile olduğunu söylerdi (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, IV, 207-208; V, 8). Bununla birlikte Nabatîler Araplar’ca hor görülür, Nabtî (Nabatî) sözü hakaret anlamı ifade ederdi. Ancak bu biraz da onların değişen hayat tarzlarıyla ilgili olmalıdır. Nitekim Hz. Ömer fetih için yola çıkan askerlere, “Şehirlerde Nabatlaşmayın” (Nabatîler’in yaptığı gibi şehirlere yerleşerek mala mülke değer verip fütuhat hevesinizi kaybetmeyin) derdi (a.g.e., V, 9).

BİBLİYOGRAFYA
İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, IV, 207-208; V, 8, 9; Lisânü’l-ʿArab, “nbṭ” md.; v. Soden, AHW, II, 697; Buhârî, “Selem”, 7, “Meġāzî”, 80; Müslim, “Birr”, 118-119, “Tevbe”, 53; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 3-5, 38-39, 194; II, 8; İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, I, 51; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 228, 230, 375, ayrıca bk. İndeks; Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî, Müsned (nşr. Hüseyin Selîm Esed), Dımaşk-Beyrut 1404/1984, II, 505; Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), I, 197-198, 206, 207, 291-292, 560, 611; Kurtubî, el-Câmiʿ, VIII, 115, 223; M. Şemseddin [Günaltay], İslâm Tarihi, İstanbul 1338-41, s. 95 vd.; Ronart, CEAC, s. 408-409; Cevâd Ali, el-Mufaṣṣal, III, 5 vd.; C. Zeydân, el-ʿArab ḳable’l-İslâm, Beyrut, ts. (Dâru mektebeti’l-hayât), s. 91 vd.; Ancient Near Eastern Texts (ed. J. B. Pritchard), New Jersey 1969, s. 298, 299, 300; Josephus Complete Works (trc. W. Whiston), Michigan 1970, s. 94, 290, 293-294; A. R. Millard, “Nabataeans”, NBD, s. 858-859; M. Beyyûmî Mehrân, Dirâsât fî târîḫi’l-ʿArabi’l-ḳadîm, Riyad 1400/1980, s. 493 vd.; Hitti, İslâm Tarihi, I, 28, 72, 75, 105 vd.; Şinasi Gündüz, “Cahiliye Dönemi Arap Politeizmine Nebatîlerin Etkileri”, Dinler Tarihi Araştırmaları-I, Ankara 1998, s. 355 vd.; S. Cohen, “Nabateans”, IDB, III, 491-493; E. Honigmann, “Nabatîler”, İA, IX, 1-3; G. A. Cooke, “Nabatæans”, ERE, IX, 121-122; Tâlib Yâzîcî, “Arap (Sanat)”, a.e., III, 310; D. F. Graf – T. Fahd, “Nabaṭ”, EI2 (İng.), VII, 834 vd.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2006 yılında İstanbul’da basılan 32. cildinde, 257-258 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Leave a Comment