KİMYA

Cisimlerin temel yapılarını, birbirleriyle olan etkileşimlerini ve yeni bileşimler meydana getirmelerini inceleyen bilim dalı.

Müellif:

Kimya kelimesinin etimolojisi hakkında iki görüş bulunmaktadır. Bunlardan ilkine göre kökeni eski Mısır dilinde “siyah” anlamına gelen kemidir ve bu kelime Grekçe’ye kemia olarak geçmiştir; nitekim Plutarchos gibi Grek yazarlarının “siyah toprak” dedikleri Mısır bu ilmin ana yurdu sayılmaktadır. İkinci görüşe göre Grekçe “eritmek” anlamına gelen khymeiadan türemiştir ve altın, gümüş eritme sanatını ifade etmektedir. Arapça’ya harf-i ta‘rif alarak el-kîmyâ’ ve el-kîmiyâ’ şeklinde yerleşen kelime bu dilden Latince’ye yapılan çevirilerde eski kimya geleneğini karşılamak üzere alchimia, alchamia, alquimia, alkimie gibi çeşitli imlâlarla verilmiş ve daha sonra bütün Batı dillerince benimsenmiştir. İslâm kültür muhitinde ise kökeni hakkında çeşitli spekülasyonlar yapılmıştır. Meselâ Hârizmî, terimin “örtmek, gizlemek” anlamındaki Arapça kemâ fiilinden geldiğini ileri sürer (Mefâtîḥu’l-ʿulûm, s. 277). Müslüman müellifler, içinde yer aldıkları kimya geleneği için ilmü’s-san‘a, ilmü’t-tedbîr, ilmü’l-hacer, ilmü’l-mîzân ve el-hikme gibi terimler de kullanmışlar, böylece kimyanın teorik bir ilim olduğu kadar bir teknik olduğunu, belirli işlemler gerektirdiğini ve belli bir ölçü yahut denge fikrini öngördüğünü belirtmek istemişlerdir. İbnü’n-Nedîm bu ilim için “sınâatü’l-kîmiyâ’, ilmü’s-san‘a, ilmü sınâati’l-kîmiyâ’” terimlerini kullanmıştır (el-Fihrist, s. 417-419). İlkçağ ve Ortaçağ kimyası günümüz Türkçe’sinde genellikle simya kelimesiyle karşılanıyorsa da bu kullanım yanlıştır ve doğrusu “eski kimya” veya Batı dillerindeki imlâyı hatırlatacak şekilde “elkimya” olmalıdır (, IV, 374, 378). Çünkü simya illüzyon (misâlât hayâliyye fi’l-cev, gözbağcılık) sanatının adıdır ve bu sanat büyücülük teknikleriyle de ilişkilidir (Taşköprizâde, I, 340).

İslâm ilimler tarihinin klasik çağında yapılan ilim tasniflerinde elkimyanın genellikle tabii ilimler içinde anıldığı görülmektedir. Fârâbî, Risâle fî vücûbi ṣınâʿati’l-kîmyâʾ adlı bir risâle yazmasına rağmen İḥṣâʾü’l-ʿulûm’unda bu ilimden söz etmez. Hârizmî, eski kimyayı (sınâatü’l-kîmyâ) madenler âlemiyle olan irtibatından dolayı tabii ilimlerden saymakta, ayrıca bu ilmin terminolojisi hakkında ayrıntılı bilgi vermektedir (Mefâtîḥu’l-ʿulûm, s. 277-284). İbn Sînâ’nın ilimler tasnifinde ise ilmü’l-kimyâ tıp, astroloji, firâset, rüya tabirciliği, tılesmât ve nîrenciyât ile birlikte tabii ilimlerin alt dalları arasında zikredilmektedir. İbn Sînâ’ya göre bu ilmin amacı, maden cevherlerinin özelliklerini giderip ona başka madenlerinkini kazandırmak ve farklı cisimlerden altın ve gümüş elde etmek üzere bazı madenlerin özelliklerini diğerlerine katmaktır” (Fî Aḳsâmi’l-ʿulûmi’l-ʿaḳliyye, s. 75). Aslında madenlerin tabii özelliklerinin birbirine dönüşümü fikrini reddeden filozofun (eş-Şifâʾ eṭ-Ṭabîʿiyyât [5], s. 22-23) bu tasnifteki tanımını bir geleneği aktarmak biçiminde yorumlamak gerekir. Buna rağmen kendisi madenlerin oluşumunu açıklayan geleneksel kükürt-civa teorisini kabul etmiş ve kimya alanında Risâle fi’l-iksîr adlı önemli bir eser kaleme almıştır (aş.bk.). İbn Haldûn’a göre, “belirli bir teknikle altın ve gümüşü meydana getiren maddenin teorik olarak araştırılması ve bu amaca ulaşmak için gereken işlemin uygulanması” şeklinde tanımlanan ilmü’l-kimyâ tabii ilimlerden sayılamaz. Çünkü geleneksel kimya öğretisi esas itibariyle ruhanî güçleri kullanarak tabiat âleminde istenilen yönde bazı tasarruflarda bulunmaya dayanır. Dolayısıyla ilmü’l-kimyâ, tabii ilimlerin kendine özgü yöntemlerinden uzak bir sihir uygulamasından ibarettir ve ne dinî ne de ilmî bir geçerliliği vardır (Muḳaddime, III, 1196-1197, 1208-1209). Osmanlı müellifi Taşköprizâde de kimya ilmini İbn Sînâ’nın tasnifine yaptığı baytarlık, doğancılık, simya ve tarım ilâveleriyle birlikte tabii ilimlerin alt grubunda saymaktadır. Kâtib Çelebi’nin daha sonra Safedî’ye nisbet edeceği (, II, 1526), kimya kelimesinin “Allah’tan bir âyet” anlamındaki İbrânîce “kîmyeh” kelimesinden Arapçalaştığı şeklindeki iddiayı aktaran müellif klasik İslâm çağında bu ilmin imkânı etrafındaki tartışmaları özetlemiş ve onun daha önce İbnü’n-Nedîm’in değindiği, Hz. Mûsâ tarafından Kārûn’a öğretilmiş olduğu şeklindeki bir görüşü tekrarlayarak bu ilmin geleneğini nebevî bir kökene bağlamak istemiştir (Miftâḥu’s-saʿâde, I, 341-342; krş. el-Fihrist, s. 417).

İlmü’l-kimyânın İslâm dünyasındaki tarihî gelişimi müslüman bilginlerin İskenderiye eski kimyasının mirasçıları olmasıyla başlamıştır. Bu mirasçılardan önde gelenlerin eserleri incelendiğinde İslâm dünyasına giren birikimin çok çeşitli filozof ve ilim adamlarının isimleri etrafında aktarıldığı görülür. Bunların başlıcaları, bu ilmi Hermetik metinlerden aldığı düşünülen ilk üstat Pisagor, müslümanlarca Muṣḥafü’l-cemâʿa denilen Turba Philosophorum adlı klasiğin yazarı olduğu sanılan Archelaos, Câbir b. Hayyân gibi eski kimyacılar tarafından filozofluğunun yanı sıra gerçek bir kimyacı modeli sayılan Sokrat, “Tabiat tabiata hâkim olur” ilkesinin kendisine nisbet edildiği Eflâtun, kuşatıcı bilgin imajı sebebiyle eski kimya dışında düşünülmeyen Aristo, bazı müslüman âlimlerin atıfları yanında özellikle Câbir’in yapay dönüşüm fikrini mal ettiği Porphyrios, Mısır eski kimya tekniğine felsefî düşünce boyutu kazandıran Bolos Demokritos, bu konuda yazdığı ansiklopedik külliyatla tanınan Panopolisli Zosimus (müslüman kaynaklarında Rîsimus, Rûsem), Grek müelliflerinin sık sık adını andığı Kleopatra, adı geçtiğinde madenlerin oluşumu ve birbirine dönüşümüyle ilgili sembolizmin dile getirildiği Maria ve dönüştürücü güç filozof taşı (hacerü’l-felâsife), soylu taş (el-hacerü’l-mükerrem) / el-iksîr hakkında bir risâle yazdığı kabul edilen İskenderiyeli Ostanes’tir.

Mısır-Grek-Bizans üçgeninde eski kimyanın algılanış biçimi dönem dönem farklılık göstermiş, Grekler arasında bazan bir sanat, bazan bir felsefe, bazan da bir din gibi kavranmıştır. Nil vadisindeki Mendes şehrinde dünyaya gelen Bolos Demokritos eski kimyaya felsefe elbisesi giydirirken Zosimus kimya teknikleriyle mistik bir dini birleştirmiştir. Bizans eski kimyasında ise yine mistisizmle buluşulan temel öğretide evreni ve parçalarını canlı bir bütün olarak görmek, gezegenlerin madenlere etki ettiklerini var saymak, bir tabiata ötekiyle egemen olunabileceği ilkesini benimsemek, arazların, özellikle rengin değiştirilmesiyle maden cevherinin de değiştirilebileceğine inanmak gibi ana fikirler yönlendirici konumdadır. Eski kimya anlayışı bu aşamalardan sonra Hermesçi telakkiler eşliğinde İslâm dünyasına girmiş ve Arapça’da önemli bir tercüme literatürünün doğmasına yol açmıştır. Bu literatür içinde Hermetik külliyat (Corpus Hermeticum; bk. HERMES), Kitâbü Sırri’l-ḫalîḳa ile Levḥu’z-zümürrüd (Tabula Smaragdina; bk. APOLLONİOS, Tyanalı), bir babanın oğluna tavsiyelerini ve bir kadın-erkek (aslında Zosimus ve kız kardeşi Theosobeia) diyalogunu içeren Kitâbü’l-Ḥabîb ve Agathodaimon’a nisbet edilen filozof taşının ilâhî kökenine ve nasıl elde edileceğine dair eski telakkileri aktaran Kitâbü’l-Hazer gibi eserler sayılabilir (Anawati, III, 854-863).

Mevcut şahıs ve eser adları, müslüman bilginlerin devraldığı eski kimya birikiminin kendilerine temel bir kozmolojik öğretiyle birlikte intikal ettiğini göstermektedir. Nitekim müslümanların elinde geliştiği şekliyle elkimya bütün metafizik ve fizik varlık alanlarının birbirine bağlı olduğu, gök cisimlerinin yeryüzündeki olaylara ve dolayısıyla madenlerin oluşumuna etkide bulunduğu, madenlerin dönüşümüne paralel biçimde kimyacının mistik tecrübeler yaşadığı bir mânevî dönüşümü esas alan, çoğunluk itibariyle kimyacıların sembolik bir dile başvurduğu bir tabiat felsefesine dayanır. Varlık alanlarının hiyerarşik bir bütünlük içinde birbiriyle ilişkili sayılması ve daha üst varlık ilkelerinin daha aşağıya egemen oluşu nesnelerin tabiatının değiştirilebilmesi fikrinin dayanağıdır. Madenler âleminin yeryüzü katmanında gezegenlerin etkisiyle oluştuğu şeklindeki eski teori astroloji ile eski kimyayı kendisinde birleştirmiştir. Bu yüzden madenler gezegenlerin yeryüzündeki işaretleri sayılmış ve yedi gezegenin sembolik olarak yedi temel madene tekabül ettiği belirtilmiştir. Bu yaklaşımda güneş altın, ay ise gümüşle aynı sembollere sahiptir. Madenlerin gezegenlerin etkisiyle yüzyıllar alan oluşum ve birbirine dönüşümünün kimyacının birtakım mistik tecrübeleriyle hızlandırılabileceği şeklindeki telakki de bu fikirle bağlantılıdır. Ancak bu mistik yaklaşımda asıl amaç, madenlerin dönüşümü sırasında kimyacının da mânevî açıdan yetkinleşmesini ve ruhunun yetkinliğin simgesi olan altına dönüşmesini sağlamaktır. Bunun sağlanması, mikrokozmos (küçük âlem) olan insanın makrokozmos (büyük âlem) yani kâinatın yatay ve dikey bütünlüğüne iştiraki anlamına gelir. İslâm eski kimyasında öne çıkan en özgün mineralojik teori bütün madenlerin kükürt ve civadan oluştuğu fikridir. Ancak eski kükürt-civa teorisini doğru anlayabilmek için bu iki cevheri dört unsur kavramında olduğu gibi bugünkü anlamıyla değil birer kozmolojik ilke şeklinde telakki etmek gerekmektedir. Altında tam bir denge hali ortaya koyan bu iki cevher her madende belli oranlarda bulunur. Eski kimyacı, teknik işlem ve mistik tecrübeler eşliğinde bir madenin tabiatını normal bağlarından çözerek ilk maddesine indirgediği ve yeni bir denge (mizan) uyarınca altına veya gümüşe dönüştürdüğü iddiasındadır. Bu dönüşümde filozof taşı kapsamına giren ve elde edilmeleri farklı kimya işlemlerini gerektiren maddeler katalizör rolünü oynar. Ancak katalizöre bu dönüştürücü işlevi kazandıran kimyacının işleme mânevî iştirakidir. Bu genel öğreti çerçevesinde müslüman kimyacılar üç türlü tavır geliştirmişlerdir. Bunlardan Ebü’l-Kāsım el-Irâkī gibi bazıları mânevî dönüşümü bu ilmin esası sayarken Ebû Bekir er-Râzî gibi bir kısım âlimler madenlerin kimyevî dönüşümünü esas saymışlar, bazıları da madenlerin dönüşümünü mânevî dönüşüm için bir tür destek kabul etmişlerdir; üçüncü gruba Câbir b. Hayyân ve ekolü girmektedir. Bu tavır farklılıkları açısından bakıldığında Câbir’den Râzî’ye geçiş eski kimya teorisinden tam bir kopma olduğunu göstermemekle birlikte Râzî’yi, Câbir’den daha çok modern kimyanın öncüsü saymamızı gerektiren bir konuma yerleştirmektedir. Ancak geleneksel kimya teorisinin etkisi o kadar kuvvetle hissedilmiştir ki madenlerin dönüşüm imkânını ilmî bulmayan İbn Sînâ dahi madenlerin oluşumunu kükürt-civa teorisiyle açıklamak zorunda kalmıştır (Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm’da Bilim ve Medeniyet, s. 237-260). Genel bilim tarihi açısından bakıldığında İslâm eski kimya geleneğinin modern bilim anlayışına ters, kabul edilemez amaç ve öğretilere dayandığı görülmektedir. Ancak eski müslüman kimyacıların günümüz insanına anlamsız gelen bir amaca ulaşmak için başvurdukları laboratuvar tekniklerinin ve oluşturdukları deneysel birikimin modern kimya aşamasına geçişte önemli rol oynadığı, hatta öğreti düzeyindeki eski kimya spekülasyonlarının entelektüel bir verimliliğe yol açtığı âşikârdır. Dolayısıyla kimya tarihi hakkındaki herhangi bir araştırma eski kimya geleneğini ve müslüman kimyacılarını incelemek durumundadır. Nitekim kimya tarihi yazımı etrafında oluşan modern literatür, eski müslüman kimyasını antik dünya ile modern zamanlar arasına kurulmuş anlamlı ve önemli bir bilim köprüsü olarak ele almaktadır (Anawati, III, 882).

İskenderiye kökenli eski kimyaya müslümanlar arasında ilk ilgi duyan kişi Emevî Emîri Hâlid b. Yezîd’dir. Hâlid, Grekçe ve Kıptîce’den bazı eski kimya kitaplarını tercüme ettirmiş ve İskenderiyeli kimyacı Stephanos’un öğrencisi olan Marianos’un (Morienos) gözetimi altında bu ilme çalışmıştır; İbnü’n-Nedîm kendisine ait dört eserin adını vermektedir (el-Fihrist, s. 419; ayrıca bk. Sezgin, IV, 186-188). Ancak genel kabule göre eski kimya geleneğini İslâm dünyasında sistemli şekilde başlatan âlim, Hâlid b. Yezîd’in ölümünden yaklaşık on beş yıl sonra doğan Câbir b. Hayyân, ondan sonra gelen ikinci kurucu isim de Ebû Bekir er-Râzî’dir. Eleştirel yaklaşımı ve bu alana getirdiği yeni açılımlarla İbn Sînâ’yı da Ortaçağ İslâm kimyasının önemli bir siması olarak zikretmek gerekir.

Eski kimyayı Ca‘fer es-Sâdık’tan öğrendiği ileri sürülen Câbir b. Hayyân, Kûfe şehrinde kendi imkânlarıyla çalışmalarını sürdürmüş, mineralleri ve asitleri keşfetmiş, böylece çok sayıda yeni bileşiklerin üretilmesini ve kimyasal yöntemlerin geliştirilmesini sağlamıştır. Câbir maddenin üç farklı halde bulunduğunu söyler. a) Isıtıldığı zaman uçan ruhlar: Kâfur, arsenik, cıva ve amonyum klorid (nişadır); b) Altın, gümüş, kurşun, bakır, kalay, demir ve Çin demiri (hârsînî). Bu sonuncusu parlatılarak ayna yapımında kullanılan bakır, çinko ve nikel alaşımıdır ve buna Çin’de “beyaz bakır” anlamında “pai-t’ung” denilmektedir; c) Dövüldüğünde toz haline dönüşebilen bileşikler. Ruhlar ve metaller dışındaki mineraller de taşsı veya taşsı olmayan toz edilebilen yahut edilemeyen, eriyen veya erimeyen özelliklerine göre gruplara ayrılmaktadır. Nitrik asit (kezzap) üretilmesine ilişkin bilinen en eski reçete Câbir’e aittir. Câbir ayrıca çelik elde edilmesi ve diğer metallerin saflaştırılması, deri veya kumaşların boyanması, kumaşların su geçirmez hale getirilmesi, demirin pastan korunması ve kumaş boyanmasında şapla mordanlama konularında çeşitli formüller açıklar. Mangan dioksidin cam yapımında kullanımı, sirkeden damıtma yoluyla derişik asetik asit (sirke asidi) çıkarılması, kalsinasyon, kristalizasyon, çözme, süblimleştirme ve indirgeme gibi temel kimyasal işlemler konusunda da ayrıntılı bilgiler vermiştir. Câbir, kimyacı sıfatıyla tanınmasına rağmen değersiz maddelerden altın yapılması işiyle ciddi bir şekilde ilgilenmemiş, çalışmalarını daha çok temel kimya yöntemlerinin geliştirilmesine ve kimyasal reaksiyonların incelenmesine hasrederek kimyanın bir ilim halinde ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur.

Ortaçağ İslâm kimyasını zirveye çıkaran Ebû Bekir er-Râzî’dir. Tıpta gösterdiği üstün başarıları yanında organik ve inorganik kimya alanlarındaki çalışmalarıyla kimya tarihinde yeni bir dönem başlatan Râzî, Câbir’den intikal eden simya terminolojisini kullanmakla birlikte bulduğu deneysel metotlarla bu alanda Câbir’i aşmış, modern kimyanın gerçek öncüsü olmuştur. Onun araştırmalarının sonuçlarını yazdığı Kitâbü’l-Esrâr, Kitâbü Sırri’l-esrâr, Kitâbü’l-Medḫali’t-taʿlîmî ve Kitâbü’ş-Şevâhid adlı eserlerinden özellikle Kitâbü Sırri’l-esrâr’da kimyasal maddelerin taksimini yaptığı ve laboratuvarında kullandığı yirmi kadar aleti çizimlerle tanıttığı görülür. Daha çok çeşitli kaplar, balonlar, kandiller, mangal, maltız ve fırınlar, kepçe, maşa, süzgeç, imbik, huni ve havanlardan oluşan bu aletler XIX. yüzyılın sonuna kadar kimya, eczacılık ve metalürji alanlarında kullanılmıştır ve bir kısmı bugün de kullanılmaktadır. Râzî, Kitâbü’l-Esrâr’da da bazılarını ilk defa kendisinin gerçekleştirdiği damıtma, süblimleştirme, saflaştırma, amalgamlaştırma, çözünürleştirme, yıkama, kalsinasyon ve çöktürme gibi çeşitli kimyasal işlemleri ayrıntılı biçimde tanımlamıştır. Antimonun siyah bir katı madde olduğunu ve yeni kesilmiş yüzeylerinin metalik parlaklık gösterdiğini, havada kalan bakırın malahit (bakır karbonat minerali, bakır taşı) benzeri yeşilimsi bir kütleye, buna karşılık havada kuvvetle ısıtıldığında siyah renkli bakır II okside dönüştüğünü ortaya koymuş ve bakır II oksitten saçların koyulaştırılmasında faydalanmıştır. Sodyum karbonatla (soda) potasyum karbonatın (potas) arasındaki farkı açıklamış, hidroklorik asit (tuz ruhu) ve nitrik asidin elde edilmesi için reçeteler vermiş, sülfirik asidi (zaç yağı), kostik sodayı (sud-kostik) ve gliserini bulmuş, karıncaları damıtarak ilk defa formik asidi (karınca asidi) üretmiştir. Râzî kimyayı tıp alanına uygulamasıyla da tanınır. Cıvayı bir ilâç olarak maymunlar üzerinde denemiş, alkolü ayrıştırıp ilâç yapmış ve jips mineralinden ısıtarak elde ettiği alçıyı yumurta akıyla karıştırıp kırık kemiklerin tedavisinde kullanmıştır.

İbn Sînâ Risâletü’l-iksîr adlı eserinde (nşr. Ahmet Ateş, “Risâlat al-İksîr”, , X [1953], s. 27-54; risâlenin içeriği ve filozofa nisbetiyle ilgili olarak bk. Ateş, IV/4 [1952], s. 48-59) bakır, kurşun ve kalay gibi metallerin eritildikten sonra çeşitli işlemler sonucu sarı ya da beyaz renk kazanmalarının altın veya gümüşe dönüştükleri anlamına gelmeyeceğini, çünkü yalnızca renk değişiminin maddenin özünü etkilemediğini, dolayısıyla elde edilecek maddelerin gerçek altın veya gümüşle ilgisi bulunmayan birer taklit olacağını belirtmiş ve transmütasyonun (tahavvül, cismin değişmesi) imkânsızlığını ortaya koymuştur. Metalin rengini altın ve gümüş rengine çevirmede kullanılacak maddeleri “iksir” adıyla karşılayan İbn Sînâ beyaza çevirmede cıvanın kullanılabileceğini, çünkü sıvı halde olan bu metalin maddenin iç kısımlarına girebilme yetisinin fazla olduğunu, ayrıca miktarı arttırıldığında beyazlatma etkisinin artmadığını deneylerle saptamıştır. Ayrıca cıva, kükürt ve kirecin birlikte ısıtılmasıyla elde edilen kırmızı renkli maddenin metalleri sarılaştırmada kullanılabileceğini yine deneylerle belirlemiş, bu amaçla saç ve yumurta, kan gibi organik maddelerden de yararlanılabileceğini söylemiştir (Anawati, III, 878-879).

Adı geçen isimlerin dışında müslüman elkimya geleneğini sürdüren başka bilginler de olmuştur. İlk İslâm filozofu Kindî Kitâbü’t-Tenbîh ʿalâ ḫudeʿi’l-kîmyâʾiyyîn adlı çalışmasıyla halkı şarlatanlara karşı uyarmış ve elkimyaya dair ilginç eserler kaleme almıştır. Bunlardan günümüze ulaşan Kitâb fî kîmyâʾi’l-ʿıṭr ve’t-taṣʿîdât bitki ve çiçeklerden esans elde etmekle ilgilidir. Ünlü sûfî Zünnûn el-Mısrî (ö. 245/859) henüz erken dönemde bu alanda adı geçen şahsiyetlerdendir; İbnü’n-Nedîm onun Kitâbü’r-Rükni’l-ekber ve Kitâbü’s̱-S̱iḳa fi’ṣ-ṣınâʿa adlı iki kitabının adını verir (el-Fihrist, s. 423). Endülüs kültür havzasından Ebü’l-Kāsım el-Mecrîtî (ö. 398/1008) özellikle Rütbetü’l-ḥakîm ve medḫalü’t-taʿlîm adlı elkimyaya dair eseriyle ün yapmıştır. Anılan kitabında Mecrîtî bu ilmin kimyevî maddeler hakkında derin teorik bilgi, el becerisi ve keskin bir gözlemcilik gerektirdiğini belirterek kimyacının matematik ve tabii ilimleri okumasını şart koşmakta ve araştırmalarında tabiat yasalarını izlemesi gerektiğini vurgulamaktadır. Mecrîtî’nin çağdaşlarından kimyacı İbn Ümeyl sembolik-mistik geleneğin ünlü isimlerindendir. Günümüze ulaşmış yegâne eseri olan Kitâbü’l-Mâʾi’l-varaḳī ve’l-arżı’n-necmiyye eski kimyaya dair Risâletü’ş-şems ile’l-hilâl adlı kendi şiirinin şerhidir. Bu şerhin önemi, içerdiği alıntılar sayesinde Hermetik fikirlerin İslâm eski kimyasına ne ölçüde nüfuz ettiği hakkında fikir vermesinden kaynaklanmaktadır. Eserde filozof taşını elde etmek için yapılması gereken işlemler sembolik tasvirlerle anlatılmaktadır. XII. yüzyılın ilk yarısında Selçuklu yönetiminde bir memur olan Müeyyidüddin et-Tuğrâî ise uygulamadan çok teoriye yönelik çalışmalar yapmış, yine sembolik-mistik gelenekten bir bilgindir. Cildekî gibi bazı meslektaşlarının Câbir’den sonraki en önemli kimyacı saydıkları Tuğrâî Kitâbü’l-Meṣâbîḥ ve’l-mefâtîḥ adlı eserinde eski kimyacıların öğretilerini aktarmaktadır. Ancak onun, meslektaşlarını asıl Mefâtîḥu’r-raḥme ve meṣâbîḥu’l-ḥikme adlı eseriyle etkilediği anlaşılmaktadır. İbn Erfa‘re’s adıyla bilinen eski kimya bilgini de bu alana dair yazdığı ve selefleri İbn Ümeyl ve Tuğrâî gibi sembolik-mistik geleneği izlediği Şüẕûrü’ẕ-ẕeheb başlıklı 1460 dizelik şiiriyle tanınır. XIII. yüzyılda yaşayan Ebü’l-Kāsım el-Irâkī, Kitâbü’l-ʿİlmi’l-mükteseb fî zirâʿati’ṭ-ṭaleb adlı eseriyle döneminin eski kimya öğretileri hakkında aydınlatıcı bilgiler vermiştir. Daha önceki ünlü elkimya eserlerine yazdığı şerhlerle tanınan Cildekî ise geç dönem klasik kimya geleneğinin en önemli temsilcisidir. Kendisi Câbir’in yaklaşımlarını benimsemiş, fakat sembolik dil ve Hermetik unsurlardan da bütünüyle vazgeçmemiştir. Onun bu tavrı, İbn Ümeyl’in Kitâbü’l-Mâʾi’l-varaḳī ve’l-arżı’n-necmiyye’sine yazdığı şerhte açıkça görülmektedir (bk. CİLDEKÎ). XVI. yüzyılda yaşayan Osmanlı âlimi İznikli Ali Bey de Cildekî’den etkilenmiş ve bu alanda çok sayıda eser kaleme almıştır (İzgi, II, 170-171).

Ortaçağ İslâm kimya geleneğinin aynı çağın Latin dünyasına önemli etkileri olmuştur. Konunun uzmanı Julius Ferdinand Ruska, İslâm eski kimyasının Latin Ortaçağı’na yaptığı etkiyi değerlendirirken Latin elkimyasının neredeyse her şeyi müslümanlara borçlu olduğunu, Batı’da bu alanda gelişimin yolunu açan faktörün özgün Arapça eserlerin tercümesinden ibaret bulunduğunu belirtmiştir (Halleux, III, 896-897). Bu yalnızca modern bilim tarihçilerinin kanaati değildir. Bizzat Batı Ortaçağı ilim adamları da müslümanlara olan borçlarının farkına varmışlar ve sık sık “Araplar’ın kralı” dedikleri Câbir’in (Geber) yanı sıra Ebû Bekir er-Râzî ile (Rhases Abubater) İbn Ümeyl’i de (Senior Zadith Filius Hamuelis) bu sanatın prensleri kabul etmişlerdir. Arapça’dan Latince’ye yapılan çeviriler büyük bir hayranlıkla okunmuştur. Bunlar arasında İskenderiye’den İslâm dünyasına intikal eden birikimin Arapça versiyonlarının tercümeleri yer aldığı gibi özgün Arapça teliflerin tercümeleri de bulunmaktadır. İlk gruba Eflâtun’a yanlışlıkla nisbet edilen Kitâbü’r-Revâbiʿ (Liber quartorum), Artephius’a ait olduğu sanılan Miftâḥu’l-ḥikme (Clavis Sapientiae), Tyanalı Apollonios’un Sırrü’l-ḫalîḳa adlı eserinin son bölümü (Tabula Smaragdina) ve Muṣḥafü’l-cemâʿa başlığıyla bilinen metnin (Turba philosophorum) çevirileriyle Arapça orijinali kayıp Morienos’a nisbet edilen önemli bir eserin Chesterli Robert tarafından yapılan ve yine Morienus adıyla anılan tercümesi sayılabilir. İkinci grubu oluşturan başlıca tercümeler şunlardır: Câbir’in Kitâbü’s-Sebʿîn’inin Cremonalı Gerard tarafından Liber divinitatis de LXX adıyla yapılan çevirisi, yine aynı mütercimin Arapça orijinali kayıp olan sülfatlar ve tuzlara dair Endülüs kaynaklı bir eserin De aluminibus et salibus adıyla tercümesi, Ebû Bekir er-Râzî’nin Sırrü’l-esrâr’ının (Secretum Secretorum), İbn Ümeyl’in Kitâbü’l-Mâʾi’l-varaḳī’sinin (Hamuel’in oğlu Senior Zadith adına nisbet edilerek Tabula Chemica adıyla) ve yine İbn Ümeyl’in Risâletü’ş-Şems ile’l-hilâl’inin (Epistola solis ad Lunam crescentem) çevirileri, adı ve müellifi bilinmeyen Endülüs kaynaklı, deneysel yönü güçlü önemli bir elkimya eserinin Johannes Garlundus’a nisbet edilerek De mineralibus liber adıyla yapılan tercümesi. Bunların yanı sıra İbn Sînâ’ya nisbet edilen, aslında Ortaçağ Batı kimyasında etkili olmuş Endülüs kaynaklı bir eserin Liber Aboali Abincine de Anima in arte Alchemiae adıyla yapılan tercümesi gibi nisbeti uydurma eserler de söz konusudur.

Latince tercümeler aracılığıyla modern Batı dillerine giren “alchemia” terimindeki “al” Arapça’daki “el-” harf-i ta‘rifinin bir yansımasından ibarettir ve İslâm eski kimyasının Batı’yı nasıl etkilediğini yeterince açıklamaktadır. Ayrıca soap (es-sâbûn), arsenic (ez-zirnîh), borax (bûrak), alkali (el-kalî, el-kılevî), saffron (za‘ferân), syrop (şurub), alembic (el-inbîk), al-cohol (el-kühûl), amalgam (el-mulgam), elixir (el-iksîr) ve athanor (et-tennûr) gibi terimlerin de Arapça kökenli olması bu etkinin büyüklüğü hakkında fikir vermektedir.

Türkiye’de tıp alanında XVIII. yüzyılın başlarından itibaren Doğu kaynaklı “tıbb-ı kadîm” ile Batı’ya dayanan “tıbb-ı cedîd” ayırımı ortaya çıkmaya ve tıbb-ı cedîd ile birlikte kimya da önem kazanmaya başlamıştır. Bu dönemin kimyası 150 yıllık bir gecikmeyle Paracelsus’tan esinlenir. Hekimler genellikle kimya ile ilgilenmişler ve bazıları da doğrudan onunla uğraşmışlardır. Meselâ Bursalı Ömer Şifâî 1702-1703’te el-Cevherü’l-ferîd fî tıbbi’l-cedîd adıyla bir kimya kitabı yazmış ve kitabın sonuna döneminde özellikle damıtma işlemlerinde kullanılan kimya aletlerine ilişkin resimler eklemiştir. Ömer Şifâî’nin Minhâcü’ş-şifâ fî tıbbi’l-kimyâî adlı başka bir kitabı daha vardır. Bursalı Ali Efendi de Paracelsus’un bir kimya kitabını Türkçe’ye çevirmiştir. Yine bu dönemde Belgradlı mütercim Osman b. Abdurrahman’ın tercüme ettiği İlm-i Ma‘rifetü’t-taktir gibi kitaplara da rastlanmaktadır. 1806’da Paris’e fevkalâde büyükelçi olarak gönderilen Seyyid Abdürrahim Muhib Efendi burada fizik ve kimya laboratuvarlarını gezmiş ve gözlemlerini sefâretnâmesinde “Der Ta‘rîf-i İlm-i Fizika” başlığı altında anlatmıştır. Hekimbaşı Mustafa Behcet Efendi tarafından İtalyanca’dan Usûl-i Nazariyye adı altında çevrilen bir fizyoloji kitabında kimyaya ilişkin çeşitli bilgiler bulunmaktadır. Osmanlı döneminde doğrudan doğruya modern kimyadan söz eden ilk kitap, Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’un hocalarından Başhoca İshak Efendi’nin Mecmûa-i Ulûm-i Riyâziyye adlı çalışmasıdır. Dört cilt olan ve 1831-1834 yılları arasında basımı tamamlanan eserin yalnız son yirmi beş sayfası kimyaya ayrılmışsa da bu yirmi beş sayfa Türkiye’de modern kimyaya ilişkin ilk basılı metin olması sebebiyle önemlidir. Türkiye’de basılan ilk kimya kitabı ise Derviş Paşa’nın Usûl-i Kimyâ adını taşıyan inorganik kimya kitabıdır. Türkiye’de modern kimyanın çağının kimya düzeyini çok iyi bir biçimde yansıtan bu kitapla başlamış olduğu söylenebilir. Derviş Paşa Usûl-i Kimyâ’yı iki cilt halinde tasarlamıştır. Bunun ametallerle metalleri ve bunların bileşiklerini içeren I. cildi yayımlanmış (İstanbul 1264), çeşitli tuzlarla bitkisel ve hayvansal maddeleri içereceği anlaşılan II. cildi basılmamıştır. Sivil tıbbiyenin ilk müdürü hekim Kırımlı Aziz İdris Bey’in Kimyâ-yı Tıbbî adlı eseri ikinci Türkçe kimya kitabıdır ve I. cildi 1868’de, II. cildi 1871’de yayımlanmıştır.

Kimyanın XIX. yüzyıla doğru bir bilim dalı niteliği kazanmasından sonra öncelikle gündeme gelen konulardan biri kimyasal sembollerdir. Üzerinde bütün kimyacıların anlaştığı element sembollerinin tesbiti ve bu sembollerle kimyasal bileşik formüllerinin yazılması XIX. yüzyılın başlarında kimyanın önemli sorunlarından birini teşkil etmiştir. Günümüzde de kullanılan geometrik şekillerden arınmış, yalnız harflerden oluşan sembol sisteminin temelleri 1814’te İsveçli kimyacı J. J. Berzelius tarafından atılmıştır. Latin harflerinden faydalanılarak geliştirilen bu sistemi Osmanlılar (günümüzde de kısmen Libya) hariç bütün dünya benimsemiştir. Tıbbiyedeki öğretim dilinin Türkçe’ye çevrilmesi konusunda verilen mücadelenin en önde gelen adlarından olan Kırımlı Aziz İdris Bey elementler için Arap harfleriyle bir sembol sistemi ortaya koymuş ve bu sistem Vasil Naum tarafından çevrilen ve yazılan kitaplar yoluyla pekiştirilerek yerleştirilmiştir. Böylece Arap harfli kimyasal sembolleri kullanan bir tıbbiye ekolü doğmuştur. Ancak Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’da ders kitabı olarak okutulmak üzere 1883-1884 yıllarında iki cilt halinde yayımlanan Muhtasar Kimya adlı bir çeviri eserle Latin harfli sembollere dönülmüştür. Özellikle tıbbiye dışındaki yayınlarda Latin harfli sembollerin kullanımı zamanla yaygınlaşmaya başlamış ve bu arada her iki sistemi birlikte kullanan bir üçüncü yol ortaya çıkmıştır. Gerek Latin gerekse Arap harfli sembollerle yazılan formül ve denklemlerde atom sayılarını gösteren indisler ise Fransız geleneğine uyularak daima üstte yazılmıştır. XIX. yüzyılın sonlarından itibaren artan Alman kimyasının etkisi altında modern anlamda formül ve denklemlerin yazımına geçilmiş, 1920’li yılların başından itibaren Arap harfli semboller artık kullanılmaz olmuştur.


BİBLİYOGRAFYA

Câbir b. Hayyân, Muḫtâru resâʾil (nşr. P. Kraus), Kahire 1354/1935.

, s. 417-419, 423.

Muhammed b. Ahmed el-Hârizmî, Mefâtîḥu’l-ʿulûm (nşr. İbrâhim el-Ebyârî), Beyrut 1409/1989, s. 277-284.

İbn Sînâ, Fî Aḳsâmi’l-ʿulûmi’l-ʿaḳliyye (Tisʿu resâʾil içinde), İstanbul 1298, s. 75.

a.mlf., eş-Şifâʾ eṭ-Ṭabîʿiyyât (5), s. 22-23.

, III, 1196-1209.

, I, 340-347.

, II, 1526-1533.

J. Ruska, Arabische Alchemisten, Heidelberg 1924.

E. J. Holmyard, Alchemy, Harmandswarth 1957.

S. Hunke, Avrupa’nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi (trc. Servet Sezgin), İstanbul 1972, s. 242.

F. Kluge, Etymologisches Wörterbuch der deutschen Sprache, Berlin-New York 1975, s. 117.

, IV, 3-6, 186-188, 189-190, 197-395, 409-414.

Ekmeleddin İhsanoğlu, “İbn Sînâ ve el-Kimya Hakkındaki Görüşleri İle İlgili Yeni Bir Değerlendirme”, Uluslararası İbni Sînâ Sempozyumu: Bildiriler (haz. Müjgân Cunbur – Orhan Doğan), Ankara 1984, s. 105-116.

Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim (trc. İlhan Kutluer), İstanbul 1989, s. 200-201.

a.mlf., İslâm’da Bilim ve Medeniyet (trc. Nabi Avcı v.dğr.), İstanbul 1991, s. 237-292.

R. Halleux, “The Reception of Arabic Alchemy in the West”, Encyclopedia of the History of Arabic Science (ed. Roshdi Rashed), London 1996, III, 886-902.

G. C. Anawati, “Arabic Alchemy”, a.e., III, 853-885.

Emre Dölen, Osmanlılar’da Kimyasal Semboller ve Formüller (1834-1928), İstanbul 1996.

Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlim, İstanbul 1997, II, 145-174.

Hakim M. Said, İslâm Bilim ve Felsefesine Giriş (trc. Remzi Demir), Ankara 1999, s. 9-10.

Ahmed Ateş, “İbn Sina ve Elkimya”, , IV/4 (1952), s. 47-62.

E. Wiedemann, “Eski Kimya”, , IV, 374-384.

Manfred Ullmann, “al-Kimiyā”, , V, 110-115.

Fâzıl Ahmed et-Tâî, “el-Kimyâʾ ve’ṣ-ṣaydele ʿinde’l-ʿArab”, Mevsûʿatü’l-ḥaḍâreti’l-ʿArabiyyeti’l-İslâmiyye, Beyrut 1987, I, 7-96.

Mahmut Kaya, “Câbir b. Hayyân”, , VI, 533-537.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2002 yılında Ankara’da basılan 26. cildinde, 26-30 numaralı sayfalarda yer almıştır.